21 Aralık 2011 Çarşamba

Have Yourself a Merry Little Christmas

We are all back to the beginning! What do I mean? The Holiday Season! Well, let's not get ahead of ourselves, though. Firstly, I would like to point out out the fact that today the countdown to Mayan doom starts! We are officially a year away from the end of the world. I did not mean to start this with such a dark and depressing input, however I know most of us are done being amazed by the 2012 myth after Shyamalan turned it into a huge Hollywood booster. So, I will be referring to today as the winter solstice since that is not really up for a long and Nostradamus-like discussion. 
Winter solstice is definitely a day to celebrate. I am guessing not many of us enjoy turning on the lights at 4 pm. I am not even going to talk about the trouble our friends on the northern coast are having right around this time of the year. The evening starts at 2pm, it is freezing cold and the sun rises literally at 10 am. So...yes these are depressing times, no doubt. However, the holiday season has already started right when the joy is desperately needed. Yes, light your candles, stuff your huge holiday socks with wishes, make a hot coco with 5 marshmallows and a cinnamon stick, hopefully you will get just enough joy and avoid a severe sugar coma. Your day-time starts to get longer, starting today!
Christmas is almost here, no matter what your holiday traditions are, try to get into the spirit by showing sympathy and empathy  toward those who are less fortunate and light up a nice, artificial plastic Christmas tree in your living room. No matter how you think it only is a result of professional marketing, just do it anyway. The joy you get out of a nice Ella Fitzgerald Christmas song is worth a lot more than the trouble you go through with fashioning a little Christmas ambiance. Honestly, once you get into the Jingle Bells Rock mood, you will find yourselves standing above the oven, trying to figure out the Eggnog recipe. 
Long story short, even if you think we are a year away from the actual doom, -especially if you believe the Mayan theory is correct- celebrate Christmas just for the hell of it or try to see it as pre-gaming for the big New Year party.  Get into it or ignore it, the holiday season is here for an incredibly fleeting period. 
I wish you all a merry Christmas and a wonderful, glamorous New Year! --That is of course if your finals do not start on January 2nd and surely mine do. So, do the best you can. We are literally almost through and ready to start over! So, best of luck to everyone! 

3 Aralık 2011 Cumartesi

Short Fiction

We get up, we rush to work, we get late, we apologize, we take hell and can't react; therefore we are stressed out while doing the same routine over and over again. The chain of events in a day are most certainly fleeting but the the fact that they're also recurring, pushes us into a vicious circle and believe me people call that "vicious" for a pretty good reason.

I have recently remembered the long-forgotten power of reading fiction- not just to take our minds off of whatever circle is being vicious to us; but to really enjoy literarure with a pure artistc sense. While thinking you NEVER have any time for a nice, smooth read; I come bearing gifts! How about diving into the world of short fiction?

I don't know why this genre is not getting nearly the amount of attention and appreciation that it deserves but its amazing impact on you is much much longer than the story's length itself. I believe some may have an everlasting impact on people's lives and how they perceive the world, art, relationships and even the quiet noises in their heads. For anyone who wants to check out and dig deep into the genre; Edgar Allan Poe's The Masque of the Red Death and Mauppassant's The Dancers along with his Clochette should give you a great lead. Keep reading even for a "short" time you never know how long its affects are going to keep you from your regular circles!

6 Kasım 2011 Pazar

Huxley ve Yeni Dünyası Revisited

Günümüz modern dünyasında, bilim ve teknolojideki çığır açıcı gelişmeler üzerine güçlü münazara ve tartışmalar yapılmaktadır. Bir takım etik ve ahlaki soruları beraberinde getiren klonlama ve buna benzer gelişmeler; çağımızın iletişim aracı internet ve internet üzerinden erişilebilecek uçsuz bucaksız bilgi havuzunda ve medyanın ‘eğlence’ başlığı altında seyircisine sunduğu alanlarda tartışılmakta, sansürlenmekte ve yargılanmaktadır. 21. Yüzyılda insanımız hayatın bu yeni bilimsel ve etik gerçeklerinin, yaşam kalitemizi yükseltebileceği veya toplum ve toplumsal yaşama büyük bir yıkım getirebileceği teorileri arasında kalmakta ve bizlere yabancı olan bu yeni konseptleri anlamlandırmaya çalışmaktadır. Birçoğumuza göre; klonlama, sansür ve yapay eğlence ürünleri yeni alışılan terimler olmalarına rağmen, Aldous Huxley’nin Cesur Yeni Dünya’sını okuyanlar, bu terimleri hatırlayacaklar ve yazarın yarattığı tüyler ürpertici kurgusal ütopyada bu terimlerin insanlık dışı karşılıklarının bulunduğu yeni dünya hükümetini anımsayacaklardır. ‘Cemaat, Özdeşlik, İstikrar’ anlayışı ile yönetilen modern, totaliter, ‘ideal’ dünya; Huxley’nin 20. Yüzyılda gözlemlediği tüm aksaklıkların absürt bir portresi olarak okuyucuya sunulmaktadır.
Cesur Yeni Dünya bir ütopya toplumunda istikrarın sağlanabilmesi için doğallık, ana-babalık ve bireysellik faktörlerinin yok edilmesi gerektiği teorisine değinmektedir. Tüm bu koşulların bilimsel olarak sağlanabilmesi romanda; ‘…Ve sonsuza kadar mutlu yaşadılar’ sloganının ağır bedeller ödenerek kullanılabileceği bir dünya yaratmayı başarmaktadır.
Cesur Yeni Dünya’daki olay örgüsü 26. Yüzyılda, dünyamızda gelişmektedir. Kitap hakkında uzun süre çalışan pek çok sosyal bilimci ve yazardan biri olan Nicholls analizinde roman atmosferini; ‘Bilimsel olarak planlanmış bir dünyanın iç karartıcı ve insanlık yoksunluğuyla sterilize edilmiş şekli ’ olarak tanımlamıştır[i]. On dünya denetçisi ile belirlenen toplumsal yapı ve değerler okuyucunun kanını dondurmakta, ‘ütopya’ kavramına yeni anlamlar yüklemektedir. Bebeklerin doğrulmak yerine laboratuvarlarda yapıldığı ve belli bir sosyal sınıfa ait oldukları bu modern kast sistemi; tüm bireylere sahip oldukları zeka, dış görünüş ve sosyal statüyü sevdirmekte; ve yeni dünya düzenine göre koşullanan bu yapay topluluğa kesin bir istikrar sağlamaktadır. Kitaptaki karakterlerin sık sık tekrarladığı gibi; değişim yeni düzende istikrara yöneltilen korkunç bir tehdit olarak algılanmaktadır. Yeni dünyanın yıkıcı problemi işte bu şekilde okuyucuya tanıtılmaktadır.
Romanın istikrar sağlanabilmesi için vazgeçilmez olarak gördüğü anahtar terim ise; bireyselliğin yok edilmesi olarak karşımıza çıkmakta. On dünya denetçisinden biri olan Mustafa Mond’un da söylediği gibi; ‘Toplumsal istikrar olmadan, medeniyetler kurulamaz ve bireysel istikrar sağlanmadan, toplumsal istikrar yakalanamaz’ [ii]anlayışı aynı gözüken ve aynı şekilde düşünen bireylerden oluşan bir toplum yaratmaya çalışan bir hükümet ihtiyacını doğurmaktadır. 
Huxley’nin ütopyası günümüz dünyası ve Türkiye’si ile bağdaştırıldığında izlenen hükümet politikaları bakımından şaşırtıcı birçok benzerlikle karşılaşmak mümkün. ‘Aşırılık’ olarak tanımlanan bireyselliğin ifadesi, ülkemiz eğitim kurumları ve kamu alanlarında kınanmakta veya yasaklanmaktadır. Bir örnek üniforma giymek zorunda olduğumuz lise ve ilköğretim yılları göz önüne alındığında, sosyal istikrarın sağlanmaya çalışıldığı eğitim kurumlarının yaratmaya çalıştığı yapay ‘birlik’ duygusu bir bakıma Huxley’nin yarattığı dünyanın izlerini taşımakta. Hükumet karşıtı propagandaların bastırılması, üniversitelerimizde çoğunluktan farklı düşünen bireylerin kendilerini ifade etme özgürlüğünün kınanması ve cezalandırılması günümüz dünyasında da bireyselliğin yok edilmeye çalışılması ve çoğulculuk kavramına karşı başlatılan savaş, 26. Yüzyıl ütopyası Cesur Yeni Dünya ile kıyaslanabilir mi? Modern dünyada ‘itaat olgusu’ nun önemi nedir? Huxley’nin dünyası bu soruya şüphe götürmez bir cevap veriyor. ‘İtaat’ dünya denetçisi Mustafa Mond’a ve modern dünyanın pek çok bireyine göre barış içinde yaşanabilecek bir dünyanın temel taşı olarak karşımıza çıkmakta, itaat ve kabullenme olguları Huxley’nin ütopyasını saat gibi işleyen bir sistem haline getirmektedir. Yeni düzenin bireyleri bilindiği gibi çeşitli ırklara-kast sistemi- mensuplardır. Alfa, Beta, Delta, Gamma ve Epsilon halkları üyeleri sınıfları içerisinde aynı görünüş, zeka ve yeteneklere sahip ve bulundukları konumdan memnun olmak üzere koşullandırılmış bireylerdir. Herkesin bulunduğu yerden memnun olduğu ve koşullanma gereği hissetmek, düşünmek, tarihi merak etmek ve herhangi bir felsefi aktivite ile ilgilenmenin tabu olduğu; aile, ahlak ve tek eşlilik gibi kavramların müstehcenleştirildiği yeni dünya düzeni ‘Herkes herkese aittir.’ Ve ‘Herkes, yarı-moron Epsilonlar bile önemlidir’ [iii]anlayışıyla ayakta durabilmektedir.
İnsanımız bugün cehaleti ve görmezden gelmeyi hayat felsefeleri olarak benimsemiş, bilgiye hemen ve anında ulaşabilme düşüncesi cazip olmanın yanı sıra; ‘akıllıca’ ve ‘pratik’ sıfatlarıyla nitelenmiş ve pazarlanmış bulunmaktadır. Yeni düzenin ulaşamadığı sınırlı bölgelerden biri olan New Mexico’daki vahşi ayrı bölgesinde yaşayan ve hayatını Sheakspeare’in eserleri üzerine şekillendiren roman karakterleri John Savage’ın toplum dışı bırakılması günümüz entelektüelleri için bir uyarı haline mi gelmiştir? Her türlü bilginin basite indirgenmeye çalışıldığı yaşayan organizma medya; Venedik Taciri’nin internet özetinin, edebi eser metaforlarının birkaç cümle ile açıklandığı web sayfalarının, klasik romanlar ve müzisyenlerin isimlerinin yalnızca Simpsonlar programından öğrenildiği zamanımızda Huxley’nin soma sı ile aynı işlevi görmektedir. 

Değinilen noktalara geri dönüldüğünde Huxley’nin satirik, kara bilim kurgu baş yapıtı; Cesur Yeni Dünya’nın, yazılış tarihi 1932’den neredeyse bir asır sonra, yazarın değindiği ve alaya aldığı pek çok noktanın günümüzde adım adım gerçekleşmekte olduğuna tanık olmaktayız. Medyanın insanımıza uyguladığı manipülasyon; her türlü entelektüel çabanın minimum düzeye çekildiği ‘basite indirgeme’ politikası, hepimizin hazin sonu olacak tüketim çılgınlığı, toplumsal itaat ve istikrar olgularının özgünlük ve bireyselliğe açtığı soğuk savaş ve totaliter rejimin ideal bir yönetim şekli olarak sunulması dünyamızın ilerlediği yolda tüm okuyucuları yoğun bir eleştiri yapmaya teşvik etmektedir.
Yazarın 20. Yüzyıl başlarında kaleme aldığı, 26. Yüzyıl kurgusu, tüm okuyucuları 21. Yüzyıl hakkında düşünmeye sevk etmektedir. Günümüz dünyası ‘enformasyon çağı’ olarak adlandırılmış olmasına rağmen; sanat, edebiyat ve ana bilim dalları değersizleşmiş, ‘felsefe yapmak’ deyimi "boş konuşmak" anlamı taşımaya başlamıştır.
Nicolas Berdiaeff roman ve ütopya ile ilgili son düşünceyi en iyi şekilde dile getiren satırları yazmayı başarmıştır:
‘Utopias appear to be much easier to
realize than one formerly believed.
We currently face a question that
would otherwise fill us with
anguish: How to avoid their becoming
definitively real?’[i]
Yukarıdaki anekdot, ütopyaları anlamanın gerçekleri anlamaktan çok daha kolay olduğundan bahsetmekte ve okuyucuya sormaktadır; ‘Onların gerçekleşmelerini nasıl engelleyeceğiz?’


[i] Berdiaeff, Nicolas. (1932). Cesur Yeni Dünya. (iç kapak) 



[i] Nicholls, Andrew. (1991). On brave new world. Tv writing. The UK.
[ii]Huxley, Aldous. (1932, 1946). Brave new world. (Çev. Ü. Tosun, 1999). İstanbul: İthaki.
[iii] Huxley, Aldous. (1932, 1946). Brave new world. (Çev. Ü. Tosun, 1999). İstanbul: İthaki.

28 Ekim 2011 Cuma

Alkol, Sigara, Öğrenci Evi ve Diğer Ölümcül Şeyler

**Bu yazı, yaz okulunda dersini keyifle aldığım hocam Yalçın Tosun'a adanmıştır.

Sanırım hepimiz, "Seni öldürmeyen şey güçlendirir" söylemini daha önce birkaç kişiden veya baş rollerinde Tom Cruise ve Cameron Diaz'ın oynadığı "felaket" filmlerden birinde duymuşuzdur. Bizi öldürmeyen şeyler gerçekten güçlendirir mi bir bakalım. Bugün ele almak istediklerim yukarıda sıraladığım üç büyük; alkol, sigara, öğrenci evleri ve birkaç korkutucu unsur daha olacak.
Biz, biz öyle bir neslin gençleriyiz ki; zamanımın çoğunu bilgisayar başında, facebook hesaplarımıza, "Kanka olmuş mu o gözlük neooo yaw.." -iki noktaya lütfen dikkat edelim- gibi içinde anadilimize yakın fakat, garip bir şekilde bir o kadar da uzak tabirler üretip, yayınlayarak geçirmekteyiz. Bu yazıyı hemen ilk paragrafından "akıllı bıdık", entelektüel, büyük ihtimalle de elinde sürekli siyasi kitaplar ve pek çok farklı gazeteyi birden taşıyan, hipster gözlüklü, rastalı bir üniversite öğrencisi yazıyor sanmayın. Ben de çoğunuz gibi saatlerce "geyik muhabbeti" yaparak vakit harcayan ve vampir gençler ile ilgili bir iki diziyi takip etmiş, normal bir gencim aslında.
2011 yılında üniversite 2. sınıf öğrencisi olan ben, bizlerden yaklaşık 40-50 yıl önce öğrencilik yapmış gençleri anlamakta bir hayli güçlük çekiyorum. Jenerasyonumuzun oldukça "homo" ya da onun gibi başka başka sıfatlarla değerlendireceği gençler varmış zamanında. Mesela çiçek çocuklar. Namluları çiçeklerle doldurur, aylarca duş almaz, çadırlarda şirinler misali toplu olarak yaşarlarmış. Okulumdan bir çocuğu tutup çevirsem bugün, neden yapıyorlarmış bunlar bu tip şeyler diye sorsam; "Ne biliyim ben yawrum ya" diyecektir muhtemelen. Merak etmeyecektir asla, ilgilenmeyecektir. Mesele geçmişte kaldığından ya da etrafında o tip kişiler bulunmadığından değil, bizim nesil merak etmeyen bir nesil olduğundan.
Biz, biz öyle bir neslin gençleriyiz ki; kan içip kızılcık şerbeti demeyi iyi biliriz. Özgür irademizle seçerek geldiğimiz lisans eğitimimiz boyunca projeler, makaleler ve ödevler yazmanın "yaşam için öğrenmek" kalıbına ters düştüğünü iddia ederek sürekli olarak yakınırız bu tip sorumluluklardan. Yine de katlanarak bu zorluğa ya kopyala- yapıştır metoduyla; ya da başka birinin eline bir miktar para tutuşturarak hallederiz bu sorunumuzu. Oldukça dayanıklı, savaşçı bir neslin evlatlarıyız ne de olsa.
Daha ciddi sorunlarımız da mevcut tabii. Alkol ve sigara. Bu ürünlere gelen korkunç zammın ışığında kızarıp bozarıp yine de asla vazgeçmeyiz bu tutkularımızdan. Biz de ateşli, düşünen ve protesto eden bir grubuz pek tabii. Genciz, üniversiteliyiz, gelecek bizlerin elindedir ya; oldukça farkındayızdır bu durumun. Ailemden ayrı, bir öğrenci evinde yaşayan ben, fazlasıyla haşır neşirim sigara ve alkolle. Sanırım alkol ufkumu açıp, sanatsal yanımı destekliyor. Rimbault gibi sembollerle konuşup, anlatmam gerekeni daha dolaylı, karmaşık bir yoldan aktarmayı seviyorum. Sigara ise tüm mevsim kreasyonları için fevkalade bir aksesuar, ellerden düşmeyen, mükemmel bir "cool" luk aşısı. Hele bir de cüzdan ve son model bir smart phone ile desteklenirse alın size modern Athos, Porthos ve Aramis. Sizi durdurabilene aşk olsun! Bizim nesil imajına, dış görünüşüne düşkündür. Hangimiz sevmiyoruz ki insanların bize imrenmesini!            
Öğrenci evleri, hafifçe üzerinde durduğum o büyük tuzak. Öğrencilerin yaşadıkları apartman daireleridir bunlar, hepiniz bilirsiniz; ancak populasyon öyle dinamik, öyle değişkendir ki anlayamazsınız. Bir veya iki kişiyle başlayıp bazı günler 5, bazı günler 7; bazı günler ise 22 kişiyi barındırabilir bünyesinde. Şimdi düşünüyorum da daha önce bahsi geçen "toplu yaşam" kavramı sanırım bizim jenerasyona da zannettiğim kadar yabancı değil. 22 kişilik bir geceden arta kalanlar ise; 50 boş şişe, 50 kutu sigara, fazlaca pişmanlık yaratan bir ton facebook ve cep telefonu mesajı, yanmış, lekelenmiş koltuklar, polis uyarısı, baş ağrısı ve komşularınızın nefret bakışları... Ertesi gün kendi kendinize verdiğiniz ve çok yakında yeniden bozulacak sözler: "Bir daha...Asla!"
Anlattığım gibi bizim neslin de sayısız sorunu mevcut. Herkesin bizleri eleştirdiğine bakmayın siz! Ne kabarık yapılacaklar listeleriyle çıkıyoruz bu hengamenin içinden bir biliriz!
1. Aspirin al!
2. Ödevini geçen hafta yaptırdığın o çocuğun numarasını hatırla!
3. İnsanları evinden bir şekilde dışarı çıkar!
4. Komşuları polisle bu kadar samimi olmamaya ikna et!
5. Telefon, sigara paketi ve anahtarını almayı hatırla; ne olursa olsun seni onlar yarattı!
6. Sevgilinin internet hesaplarına gir- şükürler olsun ki; bilmem kimin fotoğraflarını görünce saygı maygı dinlemeden onun şifrelerini alabilmiştin- ve sarhoşlukla atılan mesajları imha et!
7. "Kardeşlerinle" buluşacaktın, yine alkol, yine sigara yine vesaire vesaire...
Bu liste buna benzer onlarca maddeye daha açık aslında, ancak savaş yaralarımız bunları yazarak değil sararak iyileşiyor bildiğiniz üzere.
Bakıyorum da hayatlarımızın dilemmalarına, acı gerçeği görüyorum ister istemez. Bizi öldürmeyen tüm bu şeyler güçlendiriyor gerçekten de. Bu döngüyü sürekli olarak tekrarlama gücü buluyoruz kendimizde. Çiçek çocuklardan kokuşmuş gençlere, protestoculardan pornoculara, solculardan sol şeritçilere dönüşerek ilerliyoruz. Nesi kötü bu dönüşümün, nesi garip karşılanıyor onu da bilmem. Diğerleri de karavanlarda kalıp, konserlerde bağrınıyor, Hendrix ve Janis gibi ucubelere benzeyip, kaldırım taşı altında kumsal arıyorlardı ya neyse...

26 Ekim 2011 Çarşamba

DEĞİŞİM, DEVRİM ve DEVRİMCİLİK

Evrenin varoluşundan bu yana; doğa, insan, sosyal hayat, norm, kural, gelenek ve yasalar sürekli bir farklılaşma ve dönüşüm içinde olmuşlardır. Zaman, mekan, ırk, coğrafi konum vb. parametrelere göre süreçleri ve oluşum biçimleri çeşitlenen bu dönüşüm; içerisinde yaşadığımız evrenin değişmeyeck olan yegane kuralıdır. 
II. Dünya Savaşı'nı izleyen dönemde bahsi geçen farklılaşma; yaşanan felaket, savaş ve tanıtılan "yeni ideolojiler"den ötürü toplumsal bilimlerin en çok araştırılan ve üzerinde durulan konusu haline gelmiştir. Sosyal bilimlerin temeli olan "değişim" özellikle çağdaş yakın tarihimizde araştırmaların merkezi, tüm soruların cevabı haline gelmiştir. Ünlü eski çağ filozofu Herakleitos da; "Aynı nehirde iki kez yıkanılmaz" sözüyle tam da bu noktaya değinmek istemiştir aslında.
Pekçok bilim insanının anlamlandırmaya çalıştığı "değişim" kavramı toplumsal bilimlerin farklı dallarında farklı isimler almaktadır. Toplumbilimde "toplumsal değişme", siyasal bilimde ise "siyasal değişim" sözkonusudur. Fakat, tüm sosyal bilimlerin temeli ve materyali değişimden gelmektedir. 
21. yüzyılın ilk on yılını geride bıraktık. İletişim teknolojisi ve bilimin günümüzdeki durumunda hepimizin yolunu gözlediği şey yine değişim, yine değişim. Daha iyi yaşam koşulları ve daha çok tüketim çılgınlığı arayan biz insanlar, sürekli olarak bir hayalin hayalini kurmaktayız. Bu nedenledir ki; "değişim sözü verme" siyasette yeni "trend", radikal ideolojiler ile iktidar koltuğuna yerleşip, siyasi düşünceleri saptırarak yine değişim vaadleriyle koltukları korumak ise gerçek olmaktadır.
Yolunu gözleyerek, sürekli olarak üzerine konuştuğumuz değişim olgusu nedir? Kaçımız neyi özlemle çağırdığımızı gerçekten biliyoruz? Bir değişim furyasıdır gidiyor, evet. Peki, bu soyut kavramın toplumsal boyutu tarih devirleri içinde bizlere ne katabilmiş, neyi öğretebilmiştir?
Elbette ki toplumda meydana gelen her değişim, gelişim olarak adlandırılamaz. Toplumsal değişim ileriye ya da geriye dönük olabileceği gibi, değişik ölçütlere de sahiptir. Bir ülkedeki ekonomik gelişim, ekonomik faydalanmanın topluma yayılabilme oranı ve gelir dağılımı dengesini açıklarken; siyasal gelişim ise pek tabi siyasete katılım oranını ele almaktadır.
Tarihin üzerinde incelikle durduğu bir başka konu ise hızlı ve köklü bir toplumsal değişim olarak açıklayabileceğimiz "devrim", eski adıyla "inkılap" olgusudur. İleriye dönük değişimleri köklü olarak desteklemek ve kendilerini ilerici olarak tanımlamak basitçe "devrimci" olmak demektir. Tarihte tanıdığımız pekçok devrimci bugun tarihin akışına yön vermiş, toplumlar ve kültürlerin kaderlerini değiştirmişlerdir. Ülkemizi devrimcilik kavramına yaklaştıran tarihsel kişi ise; şüphesiz Mustafa Kemal Atatürk'tür. Siyasal katılım, gelir dağılımı ve eğitim gibi alanlarda altı yüz yıllık Osmanlı geleneği ve yaşam biçmini getirdiği nokta bugün ülkemiz insanı için soyut devrim olgusuna somut bir örnek olmaktadır.
Peki ya değişimi oluşturan ortam ve faktörler nelerdir? Değişim ve devrim bir dizi rastlantılar sonucu mu; yoksa kontrol edilemez, kendiliğinden gelişen toplumsal faktörler mi tetikliyor inkılapları? Araştırmacı ve yazarlar bugün değişim altında yatan faktörleri şu şekilde sıralıyor; doğadaki değişim, bilimsel ve teknolojik değişim ve insandaki değişim. Bu üç faktörü etkileyecek köklü değişimler toplumda da yeni bir mülkiyet ilişkisi ve sınıf yapısı oluşturmaktadır. Bu alanda meydana gelen farklılıklar toplumun altyapısı ve ekonomik köklerini sarsacağından tüm kurum ve ilişkiler adeta domino taşları gibi yıkılarak belki yepyeni şekiller ve seriler oluşturacaklardır. Ateş'in de belirttiği gibi; "Hukuk da değişir, ahlak da, müzik de değişir, din ve dinin yorumlanışı da." 
Devrim ve devrimle ilgili söylenebilecek herşey ne kadar genellenmiş gözükse de, devrim olarak niteleyebileceğimiz tüm olaylar kendi zamanlarına ve kültürlerine göre ele alınmalıdır. Toplumsal değişim ve devrim ne de olsa toplumların kayıpları, zaferleri, savaşları ve birikimlerinin en saf haldeki ürünleridir.

jkljlkjş

oıkğpıpojoıgufyhfyhu

5 Ekim 2011 Çarşamba

BİLİM İNSANLARI ve TARAFSIZLIK



                          Türkiye'de çoğunluğun görüşüne göre "Bilim adamı tarafsızdır, tarafsız olmalıdır." Bu genel görüş üzerinden sorgulamamız gereken ilk unsur; tarafsızlığın ne olduğu ve “tarafsız olmak” kavramından ne anladığımızdır. Yaşadığımız toplum şartları, sosyal ve siyasal kimliklerimiz de hesaba katıldığında daha karmaşık bir soruyla karşı karşıya kalacağımız anlaşılmaktadır. Tarafsız olmak bir yana, “tarafsız kalabilmek” mümkün müdür?
            Bilim insanlarının tarafsız olmak ya da objektiflik esasını savunarak tam olarak neye işaret ettikleri kişiler üzerinden çeşitlenebilir. “Tarafsız olmak”, bence sorgusuz-sualsiz, baskın ve güçlü siyasi ve sosyal anlayıştan bağımsız olarak bilim yapmak anlamına gelmektedir. Tez araştırmaları, bilimsel bulgular ve yayımlanan literatürün kurulu düzeni eleştirmekten kaçınmaması ve kişisel önyargılardan arındırılabilmiş olmasıdır tarafsızlık. Peki “tarafsız kalabilmek” ne anlama geliyor? Bilim insanlarının en ilkel canlı yapısından, biz insanların düşünce sistemleri, tutkuları, ideolojileri ve fizyolojilerine kadar anlamlandırmaya çalıştıkları evrenimizin sırları; günümüzde fonlar, kaynaklar ve siyasi gücün desteğine muhtaç durumdadır. Bilim insanlarının toplum ile kurduğu iletişim ve halka yaptıkları açıklamalar da aynı güçler tarafından kontrol edilmektedir.  Tüm bu duruma tek bir gerçekliğin hakim olmadığı sosyal bilimler yönünden bakacak olursak; sorulan soruların bilim insanlarını götürebileceği sonuçlar toplumda güç sahibi bazı çevrelere zarar verebilir. Tüm bunlardan etkilenecek olan yine anlaşılacağı üzere bilim insanı ve özgün bilim literatürüdür.
            Gerçeği arayan bir kişinin, hakikatin hangi alanda olduğu göz önüne alınmaksızın, bilimi tarihi ve sosyolojik kökünden ayırmaması gerekmektedir. Ülkesinde çalışan sosyal bir bilimci için araştırmalarının toplumun ve kültürün bir parçası olduğunun kabul edilmesi; farklı kültürlerin ürünleriyle çalışan bilim insanlarının ise; yaslandıkları kuramların arka planlarını açıklamaları gerekmektedir. Aksi takdirde belli bir tarihi dönemin ve toplum biçiminin ürünü olan görüşleri değişmez doğrular gibi vererek yanıltıcı olabilir, kredibilite kaybedebilirler.
            Bu ilkelere dayanarak bilim yapmayan bilim insanlarının tümü uzman oldukları alanlar konusunda taraflı olarak çalışmakta ve ürün vermektedirler. Eğer amaç belli bir tarihin ve toplumun ürünleri ve kuramlarını savunmak ise; çalışmaların başında ilgili herkes haberdar edilmeli ve bilim adamının duruşu belirlenmelidir.  Bu, bilimsellik kadar bilim ahlakı ile de doğrudan ilişkilidir. Tarafsız bir konuda çalışmayan bilim insanlarının öncelikle hangi kuramlara ve tarafa yaslandıklarını açıklamaları bir gerekliliktir.
“Bilim adamı tarafsız olmak değil öncelikle dürüst olmak, taraf olduğunu ve ne tarafta olduğunu apaçık ortaya koymak zorundadır. Araştırma sonuçları; neyi açığa çıkarmak, açıklamak ya da neye/kime hizmet etmek için, hangi soruların sorulduğuyla doğrudan alakalıdır. [1]”. Eğer bilim insanı olarak ülkemizin meseleleri hakkında televizyona çıkıp görüş bildiriyorsak, gazetelere yazıyorsak aynı duyarlık ile davranmalıyız.
            “Bilim insanı” tanımıyla bağdaşlaştırılması gereken ilk özellik; bana göre tarafsızlık değil, tutulan tarafı bilim dünyası ve kamuoyuna yansıtmaktan kaçınmamak; özverili ve uzun çabalar sonunda elde edilen unvanların hak edildiğini göstererek açık ve korkusuz olmaktır. Tıpkı Rönesans bilimcileri ve çağımızın Ahmet Şıkları ve Nedim Şenerleri gibi.

KAYNAKÇA
Gölbaşı, Ç. (2009). “Tarafsız olmak” üzerine. İstanbul Kültür Üniversitesi.
Lowy, M. (2001). Sosyal bilimlerde tarafsızlık v bilimsel bakış açısı. Paris



[1] Gölbaşı, Ş. (Dr.), İstanbul Kültür Üniversitesi http://astronomy.ege.edu.tr/~rpekunlu/BGPop/SukranGolbasiGonderi.pdf

9 Mayıs 2011 Pazartesi

Hello, Goodbye

Two more weeks of classes... It is impossible to believe that we are almost through with this semester. It is a miracle that we are almost through with this year. I bet many of us have already started to evaluate what we have gained from this year and what we have lost in the process. Some worry about the grades, some about summer, and some completely let go of everything.

I decided not to worry about many things that normally would drive me crazy- mainly because I realized that our "problems" are not really problems to begin with. Still, a little self evaluation for everyone would not be a disaster. I decided that I was "fine". "Fine", as terrible  as it sounds, may be the greatest word of all times. 

I took a big step into finding out what I want, where I want to live, what the hell I want to do with my life. I needed to make a detour while doing it, but well. Quite frankly, nothing good is ahead. The elections are in a month,- and we all know how that's going to go down, the internet ban is at the end of August. Turkey is on the verge of breaking down. However, it truly sucks that worrying about the future keeps us from living in the moment. What I would love to try is to put the problems aside for once and come up with a "Hello" line. 

If we really want to find out where we stand right at the moment and pick it up from there, I do believe that we'll need a new motto, an understanding of things. Thus, the "Hello" line. Since we need a new look, we must know how to say hello first. 

Just like Morrison did with The Doors' evergreen song; Hello, I love you. If that's  too optimistic for your taste, Lionel Richie's "Hello" may suit you better to go for a brooding new look. I surely decided how my hello look should go. Hello, Goodbye from The Beatles. This works for me perfectly since I am always confused what is a beginning and what is an end, therefore I decided to say, "Why'd you say goodbye, I say hello"

After all the soul -searching we did with the new decisions ahead, I'd be lying if said I did not long for some answers as well. As we speed along this endless road to the destination called "who we hope to be", I cannot help but whine, "Are we there yet?" At the end of another year, people around me whine or complain -to be nicer- about many different "problems". 


So many of them are about relationships, summer break anxiety, and struggles for finding true love. Considering most of us have just turned twenty, and some of us are still teenagers, I find it hilarious that girls actually have the ability to make a big deal out of romance and "true-love" or "soul mates" , while I wonder whether I'll ever turn into this woman who can wear white and not spill on it or you know- if I'll ever achieve something in the kitchen other than a mess and several small fires. 


I honestly don't have a clue which one is healthier when it comes down to these, but I do know that it is never late for anything, especially if you are just twenty years old! That's why I recommend everyone to work on their "hello" looks. It is not our time to question "Are we romantically challenged, or are we simply sluts?" matter just yet. So, just study for the finals, read the paper, hand in an assignment or two- believe me you will feel "fine".



1 Mayıs 2011 Pazar

Ban the Banning!

İnsanoğlunu diğer canlı türlerinden farklı kılan en önemli özelliği şüphesiz, onun düşünen, içgüdüleri ile değil aklı ile hareket eden bir varlık olmasıdır. İnsanlığın en büyük düşünürlerinden Descartes, "Düşünüyorum, o halde varım," diyerek felsefi aktivitenin "insanlık" ın temeli olduğunu kanıtlamıştır. Peki; düşünebilmenin bizleri diğer canlılardan ayıran temel özellik olmasının bilinmesine rağmen; entelektüel çabanın ve ifade özgürlüğünün kısıtlandığı veya engellendiği bir yaşama alanında tamamen var olabilmemiz mümkün müdür? 


İfade özgürlüğü gerek birey açısından, gerek farklı ve yeni fikirlerin yayılmasını sağlamakla toplum açısından  büyük önem taşımaktadır. Yeni fikir ve taleplerin ifadesi kurulu sistem içindeki kusurların ortaya  çıkarılmasında önemli bir etkendir. Bu sayede, yanlışların ayıklanması, çözüm getirmediğine inanılan fikirlerin ve yöntemlerin değiştirilmesi mümkün olacaktır. Dolayısıyla, güvenli ve huzurlu bir toplum hayatı karşı fikirlerin susturulması ile değil, açık tartışma imkanlarının sağlanmasıyla gerçekleşebilecektir. Bu özgürlüğün en kritik olduğu alan ise; şüphesiz hükumet ve halk arasındaki iletişimi sağlayan medyadır.


Geçtiğimiz hafta Bilgi Üniversitesi'ne konuk olan Prof. Haluk Şahin'in de değindiği medya ve sansür konusu; ülkemiz ve dünyada temel hakları engellenen tüm bireylerin, üzerinde eleştirel bir yaklaşımla düşünmesi gereken bir ihlaldir. Medya ve ifade özgürlüğündeki sansür; politik bir husus değil, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ile korunan hak ve özgürlüklerimizin temelidir. 


  
Çoğunlukla bir devlet politikası olarak karşımıza çıkan "sansür" kavramı kısaca açıklanacak olursa çeşitli kavramların farklı yollarla kontrol altına alınması olarak tanımlanabilir. Sansürün temel amacı toplumu korumak ve devletin rahatlıkla kontrol edebileceği bir hale getirmektir. Şahin'in de değindiği gibi sansür genellikle tüm toplumu etkileyen hususlarda uygulanmakta, bazı durumlarda ifade özgürlüğünü bastırma amacı gütmektedir. Sansür kelimesi sıkça ülkemizde yaşanan güncel olaylar ışığında  değerlendirildiğinden, akıllara gelen ilk anlamı ifade özgürlüğü ile ilgili olsa dahi; aynı zamanda kitle iletişiminden bir takım fikir ve konseptleri elimine etme yoluyla algıya hükmetme eylemi anlamı da taşımaktadır. 


Yukarıda altını çizdiğim tanımlar yanında, burada odaklanmak istediğim asıl nokta; medya sansürü ve ifade özgürlüğünün kısıtlanmasıdır. Geçtiğimiz aylarda Türk ve dünya medyasında büyük yankı uyandıran "medya sansürü" evrensel bir skandal halini almaktadır. Hepimizin bildiği gibi; Ocak 2011'de eski Mısır lideri Hüsnü Mubarek'e karşı tarihi bir bağımsızlık mücadelesi veren Mısır devrimi; çağımızın yeni silahı olarak adlandırılan iletişim araçlarına ve medyaya konan sansüre karşı doğmuştu. Yine, ülkemizde de örneklerine sıkça rastladığımız Ahmet Şık davası, tutuklamalar ve erişimi engellenen youtube, blogspot vb.websiteleri; kamuoyunda büyük soru işaretleri bırakmakta, herhangi bir medya organına uygulanan sansür  akıllarda, "Korkunuz nedir?" sorularını bırakmaktadır. Prof. Şahin'in de değindiği gibi, medyanın verebileceği seksist, ırkçı ve buna benzer nefret içerikli mesajlara uygulanabilecek olan devlet sansürü, barış ve huzurun sağlanabilmesi açısından haklı bulunabilir; ancak her tür düşüncenin engellenmesi veya belli bir kalıba uydurulması yasayla korunan basın özgürlüğüne  ters düşmektedir.


   Yazının başına dönecek olursak; ifade özgürlüğünün özellikle medyaya yansımasının gerekliliğine anlam kazandırmış olabiliriz. Kontrolsüzce ve siyasi çıkarlardan ötürü uygulanan hükumet sansürü toplumlarda bastırılmışlık ve kaos durumları yaratabilmekte, demokratik değerlerin ön planda olduğu 21. yüzyılda, sansür oldukça tehlikeli ve isyankar bir güç yaratılmasına ortam hazırlayabilmektedir.


Türkiye Cumhuriyeti Devleti Anayasası'nın 26. Maddesi; şu an ülkemizde "sıcak" bir tartışma olan ifade özgürlüğü ve medya sansürü konusuna şüpheye yer bırakmayacak bir açıklama getirmektedir.  "  VIII. Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı,resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Bu hürriyet resmi makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsar. Bu fıkra hükmü,radyo, televizyon, sinema veya benzeri yollarla yapılan yayımların izin sistemine bağlanmasına engel değildir.
Bu hürriyetlerin kullanılması, millî güvenlik, kamu düzeni, kamu güvenliği, Cumhuriyetin temel nitelikleri ve Devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünün korunması, suçların önlenmesi, suçluların cezalandırılması, Devlet sırrı olarak usulünce belirtilmiş bilgilerin açıklanmaması, başkalarının şöhret veya haklarının, özel ve aile hayatlarının yahut kanunun öngördüğü meslek sırlarının korunması veya yargılama görevinin gereğine uygun olarak yerine getirilmesi amaçlarıyla sınırlanabilir.
Haber ve düşünceleri yayma araçlarının kullanılmasına ilişkin düzenleyici hükümlere, bunların yayımını engellememek kaydıyla, düşünceyi açıklama ve yayma hürriyetinin sınırlanması sayılmaz."


Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yasaları da ülkemiz anayasası ile neredeyse özdeş değerlere sahip maddeler oluşturmuştur. Tüm bunlar göz önüne alındığında; yaşanan medya ve sansür trajedisi hükumetlerin değil, bizzat bizlerin hataları olarak karşımıza çıkmaktadır. Özgür düşünce ve demokrasinin bağımsız medya ile desteklenebilmesi yasalarla değil, vatandaşların ve basının yasaları tanıma ve haklarına sahip çıkmalarıyla mümkün olacaktır. Bilinçlenme ve özgürleşme medya ile, medya bağımsızlığı ise yine bizlerin çabalarıyla varolacaktır. Daha ideal ve sansürsüz bir ortam için; yasaklar yasaklanmalıdır!













27 Nisan 2011 Çarşamba

Yeni Gazetecilik Tablet Tablet mi?

iPad ve iPhone gibi Apple destekli, akıllı teknolojik ürünler için tasarlanmış özel tablet gazeteler ülkemiz ve dünyadaki habercilik anlayışı ve okuyucu alışkanlıklarını değiştirebilecek mi? Henüz bu sorunun cevabını bilmesek de, dijital tabloid haberciliğin ilk örneklerinin birer birer gün yüzüne çıkmaya başladığını biliyoruz. Türkiye’de bu tür haberciliğin ilk örneği; deneyimli gazeteci, Akşam Gazetesi eski Genel Yayın Yönetmeni Nurcan Akad’ın “Zete”si oldu. Uzun süredir merakla beklenen Rupert Murdoch’un “The Daily” isimli iPad gazetesi de geçtiğimiz Şubat ayında yayına başlamıştı.
Gazete’den Ga kısmını atarak Zete adıyla dijital bir gazete hazırlama işine soyunan Nurcan Akad ve ekibinin ilk çalışması Ocak ayı içinde yayına başlamıştı. Zete günlük bir gazete formatında ve şimdilik tamamen ücretsiz. Ülkemizde türünün ilk örneği olması bakımından ilginç bir çalışma gibi gözüküyor; ama devamının gelmesi ve daha çok ilgi çekmesi için daha da geliştirilmesi, yazılım alt yapısının daha da güçlenmesi gerekiyor.

Zete bir yana, tüm dünyanın merakla beklediği bir başka iPad gazetesi ise medya imparatoru Rupert Murdoch’un “The Daily” isimli dijital yayınıydı. The Daily, şu an haftalık olarak 0.99 Dolar’a satılıyor.. Ne kadar ilgi göreceği ise büyük merak konusu. Çünkü gerek Zete, gerekse The Daily gibi yeni mecraya adım atan yayınların önünde konvansiyonel yayınların da iPad atakları var. Örneğin sadece iPhone ve iPad değil, Android platformunda da günlük gazeteleri cep telefonunuza ya da tabletinize indirip okuyabiliyorsunuz.

The Daily ve Zete örneklerinden de anlaşılabileceği gibi, gazetecilik ve genel olarak habercilik alanında büyük gelişmeler söz konusu. Uzun süredir ülkemiz dışında örneklerine rastladığımız “tabloid gazete” ler de Türk yayınında yerlerini almaya başladı. Bu açıklamayla ilk akla gelen örnek hepimizin bildiği gibi Referans Ekonomi gazetesiyle birleşerek, yenilenen Radikal.
Birçok gazeteci ve yazarın dünyanın en iyi gazeteleri olduğu konusunda uzlaşmaya varabildikleri Wall Street Journal ve New York Times gibi gazeteler; günümüzde en zekice işlerin yapıldığı, en akıllıca yazılan “column” lar ve haberlere yer verilen gazeteler olma özelliklerini yitirmeye başladılar. Zete, The Daily vb. örneklere bakıldığında en zekice haberlerin ince bir mizahi anlayışla sunulduğu tabloid gazetelerin yükselişte olduğu söylenebilir.   
Geçtiğimiz haftalarda Bilgi Üniversitesi’ne konuk olan Zete’nin kurucusu Nurcan Akad’ın da dediği gibi tabloid gazete çıkarmak çok farklı bir bakış açışı ve “orijinal” bir okuyucu kitlesi gerektiriyor. Akad’a göre, tablet haberleriniz için atacağınız başlıklar hem provokatif, hem çok zeki hem de mizahi bir şekilde sunulmalı. Zete’yi dikkatle incelediğimde Akad’ın anlatmaya çalıştığını daha iyi anlama olanağı buldum. Bu tarz gazetecilik yapmanın önkoşulu; hayata karamsar bir alaycılıkla bakmak. Akad’ın da altını çizdiği okuyucu kitlesinin enderliği ve yeni haberciliğin alışılmamışlığı, bu tarz habercilik yapılan gazetecilik hakkında doğru olmayan görüşler de yaratmıyor değil.
Ülkemiz ve dünyada sıkça rastladığımız yaygın görüşün aksine iPad gazeteleri ve tabloid gazetelerde oldukça ciddi bir gazetecilik yapılıyor Dolayısıyla tabloid gazete- ciddi gazete ayrımı yapmak tamamen yanlış bir kıyas.
New York Times'in bir önceki editörü Max Frankel, kendisine sabah işe geldiğinde güne hangi gazeteyi okuyarak başladığı sorulduğunda 'beklenildiği gibi' rakip 'Washington Post' diyerek cevap vermemiştir. Frankel, güne tabloid gazetelerle başladığını çünkü bir tek onların, yaşadıkları şehrin ruhunu ve konuştuklarını yakalayıp yansıttığını söylemiştir. Bu tür gazetecilik New York Post ve İngiltere'deki The Sun gazetelerine yeni bir hava getirmiştir
Her türden haberin bambaşka sunumlarla okuyucu karşısına çıktığı iPad gazeteleri ve tabloid tarzının en güzel örneklerinden birini İngiltere’nin The Sun gazetesinde görebilmek mümkün. 1 Ağustos 2010 tarihli The Sun gazetesinin ön kapağında İngiltere’de kıyıya yaklaşan köpek balığı tehdidi ele anınmış; Sun gazetesinin bastığı fotoğrafta kıyıya yakın yüzen insanlar görülürken az ileride yüzeye yakın dolaşmakta bulunan köpekbalığı da dikkat çekiyor. Sun gazetesi şöyle bir başlık kullanmış: Der-dum Der-dum, dum-dum, dum-dum dum-dum, dum-dum, der-dum, dum-dum. Fotoğrafa ilk bakıldığında görülenin adeta Jaws filminden alınmış bir sahne olduğunu sanabilirsiniz. Gazetenin editörleri aynı şeyi hissetmiş olmalılar ki; başlık olarak Jaws filminin müziğinin ritmini koymuşlar. 

Benim hayran olduğum gazetecilik zekâsı da bu işte; zeki ve risk almaktan korkmayan bir tavır. Tabloid gazeteciliğin özü bu. Tabloid gazetecilik aynı zamanda okuyuculardan da belirli bir zekâ düzeyine sahip olmalarını bekliyor. Akad’ın da üniversite ziyareti sırasında pek çok kez vurguladığı gibi Zete’de yalnızca belirli haberlere yer veriliyor. Kısacası, Zete gibi bir gazetede asla Justin Bieber’ın saç kesimi haberini bulamayacaksınız. Bu tavra verilen tepkiler çeşitli olsa da, kişisel görüşüm bu gazetecilik anlayışına tam destek vermekte. Yalnızca ünlüler ve dedikodu konusu içeren sayısız dergi, gazete eki, blog ve mültimedya araçları mevcutken, yurt ve dünyada neler olduğunu ve gündem, politika, ekonomi, kültür-sanat haberlerini yayma hedefiyle kurulan gazetelerin kuruluş amaçlarından şaşmalarını doğru bulmuyorum. Bana kalırsa politika ve ekonomi gündemi değil, magazin haberleri takip etmek bir kişisel tercih olmalı.
Tüm bu karşılaştırmalar ve yeniliklerin ışığında bir değerlendirme yapılırsa, iPad gazeteleri ve tabloid haberciliğin yerli ve yabancı basına çok gerekli bir renk katacağını düşünüyorum. Onlarca yıldır, aynı manşetler, tasarım ve tarzla hareket eden yazılı gazete basınımız ve ondan daha da beter konumda olan “özetin özeti” internet gazeteciliği; az , öz ve “kaliteli” haber yapan tabloidlere ve iPad gazetelerine devretmeli bayrağı. Şu anki yegâne merak unsuru ise; tüm dünya okurunun bu değişimin gerekliliğini ne zaman fark edeceği.   

24 Nisan 2011 Pazar

Doktor Lecter Kendisi için Geri Döndü!

Geçtiğimiz Şubat ayında İletişim Yayınları’ndan çıkan beşinci kitabı Karanlık Oda ile okuyucusunu en gizli korkularıyla yüzleştiren Hakan Bıçakçı; edebiyatımızda örneklerine seyrekçe rastladığımız psikolojik gerilim türünü insanımıza sevdirmeye kararlı gibi gözüküyor.

1978, İstanbul doğumlu genç yazar; 2001 yılında Bilkent Üniversitesi İktisat Bölümü’nü bitirerek oldukça üretken bir yazarlık kariyerine adım atmışa benziyor. Bıçakçı on yıl içerisinde kaleme aldığı beş farklı roman ve sayısız edebiyat dergisinde yayınlanmış çalışmalarıyla edebiyatımızın en başarılı yazarlarından biri olmaya aday.

2007’de yayımlanan romanı Apartman Boşluğu’nda ilham arayan bir müzisyenin akıllılık ile delilik arasında beslenen sanatsal yanını anlatan Bıçakçı, bu kez de kendine dönük bir yamyamlık durumu içerisinde bulunan bir fotoğraf sanatçısının arada kalmış ruh halini ele alıyor. Apartman Boşluğu’nun ana öğeleri olan kâbuslar ve akıl oyunları Karanlık Oda’nın da iç karartıcı ve gergin tonunu yaratan unsurlar. Romanlarında gündelik hayat içerisindeki gizli gerilimi bir tür edebiyat aracı olarak kullanan yazar, “Benim derdim gündelikle” diyor ve ekliyor: “Öyle ortada bulunan, hemencecik seçilebilen büyük dramları sevmiyorum.”

Roman fiziksel olarak kendini yiyen bir fotoğrafçının tuttuğu bir rüya günlüğü kimliğiyle okuyucuya sunuluyor. Roman boyunca kahramanın ne zaman uyanık ne zaman rüyada olduğunu bir türlü kestiremiyor okuyucu; tıpkı isimsiz karakterin kendisi gibi. Büyük bir sergiye hazırlandığından ötürü sanatçı kaygıları taşıyan; üstüne üstlük bir de nefret ettiği alışveriş merkezlerinden birinde fotoğrafçılık yapan karakterin arada kalmış ruh hali, kimlik bunalımı ve bunların getirdiği dış dünyaya yabancılaşma hissi sayfaları çevirdikçe; adeta kendi hayatlarımızdan kesitlerin, en gizli sırlarımızın önümüze konduğu korkunç bir şakaya dönüşüyor.

Karakterin bir ismi olmayışı ise; romanın ikinci bölümünde karşılaştığımız neredeyse komik denebilecek göndermelere zemin hazırlıyor. Kahramanın sergi için hazırladığı çalışmaların, çoğu sanat eserinde olduğu gibi “İsimsiz” şeklinde sunulması ince düşünülmüş, zekice bir ayrıntı. Başkahramanın bir fotoğraf sanatçısı olması da okuyucunun gözden kaçırmaması gereken bir nokta. Durdurmayı başaramayacağımız belki de tek unsur olan zamanı yakalama gücüne sahip fotoğraf makinesi; hayatın sürekliliğine meydan okurken, bir yandan da bizleri yabancılaştıran bir araç. “Fotoğraf sanatı” bir bakıma sürekli olarak anılarını ve hafızasını yoklayan, ancak tüm bu çabaya rağmen etrafından tamamıyla soyutlanmış olan başkahramanın en yalın haldeki karakter çözümlemesi.

Yazarın diğer romanlarına kıyasla, Karanlık Oda karakter ve olay sayısını ince bir elekten geçirmişe benziyor. Şizofren bir başkahramanın, çevresiyle kurduğu sınırlı iletişim ve aklından geçen sınırsız düşüncenin okuyucuyla buluştuğu bir roman bu. Roman için seçilen isim ise karakterin iç dünyasının yanı sıra; profesyonel hayatı nedeniyle sürekli bulunması gereken dışarıdaki dünyayı da yansıtabilmesi açısından tek kelimeyle mükemmel bir seçim.

Yazarın romandaki korku unsurlarını ve fantastik öğeleri gündelik olaylar ve mekânlar ile kısıtlı tutması da romanın okuyucu üzerinde bıraktığı etkiyi bir hayli arttırıyor. Kendinizi en güvende hissettiğiniz mekânların orta yerine inşa edilmiş bir korku tüneli içerisinde buluveriyorsunuz.

Bıçakçı romanını başkahramanın ağzından, bilinç akışı şeklinde kaleme aldığından roman samimi bir üslup taşıyor ve argo kullanımı oldukça sık olarak okuyucu karşısına çıkıyor. Yazarın dili oldukça sade ve duru. Kısa cümleler kurmaya özen gösteriyor yazar. Düşüncelerini ifade etmekte zorlanan, ciddi bir iletişim problemi yaşamakta olan karakterine uzun, sanatlı, karmaşık cümleleri yasaklıyor adeta.

Çorbacıdan alışveriş merkezine, kahramanın ara sıra görüştüğü karakter Ebru’nun dairesinden otel odalarına uzanan romanda hiçbir bölüm, hiçbir kelime boşa gitmiyor. Yavaş yavaş kaçınılmaz sona doğru ilerliyorsunuz. En kibar tabiriyle bir “deli” nin dehşet verici ve keskin portresi; Karanlık Oda, geceleri gündüzlerinin içine akan başkarakter gibi, kendi hayallerinizi gerçekleriniz içinde eritmenize yol açacak, akıcı, genç bir roman.         









19 Nisan 2011 Salı

14 Years Like a Movie

Istanbul is getting ready to host an international documentary film festival gathering directors from Turkey and around the globe. Under the sponsorship of Beyoğlu Municipality, the 14th Istanbul International 1001 Documentary Film Festival starts on June 29th 2011.

Many of us are aware of the fact that documentary viewing is not really the most popular activity in Turkey, especially among high school and college students. Since documentary film-making is not completely developed and well advertised, the audience simply does not know what to expect and gain from a documentary film. Bilgi University student Nilay Ozenç explained: “When I hear the word ‘documentary’, I immediately think of lions and wild life on the Discovery Channel. I do not even know why people would buy tickets to watch that at a festival. This does not exactly qualify as art”. Deniz Onat, Istanbul Commerce University student added: “To be honest, I cannot sit through an entire documentary film. I have never watched one that did not make me want to reach for the remote”.
Personally, how I felt about the documentary films was not completely different from the college students I have spoken to, not until I have ended up at the last year’s festival. The 13th 1001 Documentary Film Festival did reform my opinions on documentary film-making. The memories of hippie looking adults, college students at the gates carrying funny signs of environmental sustainability, colorful brochures on the floor, the terrible smell of street pop corn and the car horns that aim to get rid of the Greenpeace activists who were blocking the road at the rush hour are still vivid. Last year’s theme, the original ideas and creativity of the directors showed me that documentary film viewing can actually be really fun. For everyone who likes watching documentaries or wants to rebuild ideas towards them should check out the 14th International 1001 Documantary Film Festival. Here is what awaits you.  

  
This year’s festival director Mustafa Ünlü said they made some changes and reduced the number of films. “We have raised the bar in a sense. The films will be screened in a narrower area between Tünel and Galatasaray. In this way, viewers will have a better chance to interact with each other,” he said. The festival will have 68 films by directors from 24 countries including Turkey, the United States, Germany, Iran, Argentina, India, China, Ireland and France. 

Documentary Makers’ Union President Semra Güzel Korver said the festival, which was first organized in 1997, had hosted nearly 200 documentary makers from 56 countries and screened more than 1000 films. “The festival has created a high-quality documentary viewer profile in Turkey. Many television channels have begun to produce and show documentaries as well,” she said. 


 For this year’s festival, Tünel Square in Taksim will turn into a festival area and films will be screened in nearby movie theaters including the Muammer Karaca Theater, the Tarık Zafer Tunaya Culture Center and the Goethe Institute. Screenings on the Anatolian side will take place at the Nazım Hikmet Culture Center in Kadıköy. 

A new section has been established at the 14th International 1001 Documentary Film Festival: Cinema Laboratory, created by Ersan Ocak. Ocak explained that the laboratory is designed as a platform for discussing the latest experiments in cinema and particularly in documentaries. In this section, the “newness” of the forms and modes of documentary will be captured by looking at and discussing them from different perspectives.
Cinema Laboratory that began with three seminars last year will expand this year. In addition to new seminars, there will also be a special screening and exhibition program that involve new and experimental works of documentary filmmakers from around the world. The aim of the laboratory is not only to bring together the filmmakers from all over the world, who experiment to discover new forms and modes in cinema, but also to establish a platform for the discussion of new forms and modes with audiences. 



This year’s festival slogan is “Seven Colors in the Mirror of Truth.” True-life stories about war, violence, social depression and the people who experienced or resisted them will be screened under the title “Black Section” while the “Red Section” will show the working conditions of laborers around the world. Other titles will be the “Orange Section,” showing modern day stories from around the world. “Yellow Section,” featuring films on migration; the “Blue Section,” featuring ordinary stories about extraordinary people and extraordinary stories about ordinary people; the “Purple Section,” featuring films on how geography, climate and society influence culture; and the “Green Section,” featuring films about the struggle for a sustainable world. 

Most of the Turkish documentaries in the festival program and all of the foreign documentaries were made in the last two years and will be shown for the first time in Istanbul. Directors will join the festival and share their experiences with the audience for 45 minutes following the screening of their films. 

One of the most interesting productions of the festival will be a 24 hour documentary project. On Sept. 5, 2009, 80 camera teams followed the adventures of various residents of the German metropolis for a day and a night. The makers of this film The Schneider brothers explained that they wanted to find out about modern life in Berlin. “The cameras follow many different kinds of people, ranging from a call center employee to a drug addict to the city's governing mayor. From life to death, from love and sex to loneliness,  the 24 hour long documentary is an ode to the city of Berlin.” Said one of the producers Tobias Schneider. The documentary, which was previously shown on a German TV channel, will start to screen on June 30th  at Goethe Institute at 6 a.m. and finish at 6 a.m. the next day.

The festival program seems to be evolved compared to last year’s events and many citizens of Istanbul are very excited to see the themed documentaries. At a press conference held this week at the Beyoğlu Art Gallery, Beyoğlu Mayor Ahmet Misbah Demircan said Turkey’s first and longest documentary festival has become a driving force for documentary filmmaking in Turkey. “The festival, which does not have a competition, has succeeded in becoming a common meeting platform for Eastern and Western documentary makers, Istanbul again achieves to connect East and West. Its is unbelievably satisfactory to see that our beautiful city is now doing this through high quality art. ” 

7 Nisan 2011 Perşembe

Clearly Punk's not Dead!

Tam tiyatro sezonu sıkıcılaşmaya başladı diye düşünüp, neler kaldı sevgili yönetmenler ellerinizde diyerek göz ucuyla kataloglara, programlara baktığımız sırada DOT tiyatrolarından hepimizi ters köşeye yatıran, soluksuz izlediğimiz inanılmaz bir oyun daha; Punk Rock! Bildiğim kadarı ile oyun sahneleme deneyimi olmayan Rıza Kocaoğlu'nun oyunu sahneye koyacağını, oyuncu kadrosunun çoğu henüz öğrenci olan genç bir gruptan oluşacağını ve canlı müzik performanslarına yer verileceğini okuduğumda 'Punk Rock'a karşı süphe duymuştum, doğru. Ama her zaman olduğu gibi Dot yine ne denli profesyonel bir grup olduğunu ortaya koydu. Hayat boyunca etkisi altında kalacağımı düşündüğüm; cesur, dokunaklı, keskin  bir oyun sundu izleyicisine.




Simon Stephens'ın Punk Rock'ı  Birleşik Krallık'ın Stockport kentinde özel bir okulda okuyan bir grup liseli gencin hayatını anlatıyor.  Aileleri tarafından yalnızca akademik başarıları ve aile ismine olan bağlılıkları ile değerlendirilen gençlerin keskin ve kalp kıran isyanı; sahne tasarımından, müzikal performanslara, oyunculuktan çevirinin kusursuzluğuna kadar seyirciyi sarsmayı başarabilen bir tiyatro şöleni. Kendilerinden babalarının miraslarına saygı göstermeleri, sürekli mutlu ve iyi görünmeleri ve A plus bir ortalamaya sahip olmaları beklenen yedi gencin korkuları, kıskançlıkları, kendileri gibi olmayanı küçümseme istekleri ve tüm bunlar yetmezmiş gibi cinsiyet hormonlarının da kötü zamanlaması her yaştan izleyiciye ulaşmayı başarabiliyor. Gençlerin içinde bulunduğu kaos; olanları sorgulayarak daha az problemli bireyler hallerine gelmelerini önleyerek karakterleri agresifleştiriyor; ve ironik bir şekilde bir türlü uyuşamadıkları ama içinde yaşadıkları dünyaya karşı konumlanıyorlar. Bu dünya ile barışmak yerine şiddet eğilimi göstererek kendilerini koruyorlar. Stephens'ın oyunu Gus Van Saint'in Elephant filmi ile bağdaşıyor. Amerikalı sosyologların sürekli işaret ettikleri gibi başarıya endeksli bir model büyük boyutta kendi şiddetini yaratıyor.

Oyun bir kafes içinde oynanıyor, sahneler ise birbirine canlı performans ile bağlanıyor. Şarkılarda da haykırıyor gençler. Sanki o kafesi parçalayıp çıkmak istiyorlar. Rıza Kocaoğlu oyunu çok iyi sahnelemiş. Burada Pınar Töre'nin kusursuz çevirisinin de büyük payı var. Hiç bir sahne boşa gitmiyor. Adım adım kaçınılmaz sona doğru ilerliyoruz.

Oyunculuklar harika. Ama tabii akılda en çok rolü nedeniyle William'ı oynayan lise arkadaşım Hakan Kurtaş kalıyor. Şu an Mimar Sinan Üniversitesi tiyatro bölümünde öğrenci olan Hakan Kurtaş'ı eminim ileride çok seyredeceğiz. Hem oyunculuğu, hem fiziği, hem de müzikal performansı ile tek kelimeyle olağanüstü. Chadwick ise yine öğrenci olan Mehmetcan Mincinozlu tarafından canlandırılıyor. Mincnozlu gerçekten de bulunmaz bir yetenek. Üstelik canlı performansta bateri de ona emanet. Şeytan tüylü oyuncu diye tanıyacağız onu bundan böyle. Çok zarif bir insan. Diğer dört oyuncu da süperler.

Sezonun ,şu ana kadarki en iyi oyunlarından olan Punk Rock; Tiyatro 0.2 nin sahnelediği Korku Tüneli (The Picthfork Disney) ile başı çekmekte. Oyun sonrası kendimizi; tamamen hikayeye kaptırmış vaziyette uzun bir süre oyundan ve oyunculardan konuşur bulduk.

Siz de sezondan sıkılmaya başladım diyorsanız mutlaka Punk Rock salonunun en ön koltuğunda yerinizi alın. Oyun Haziran sonuna kadar G-Mall'da sahnelenmeye devam edecek.

1 Nisan 2011 Cuma

68 Mayısı vs. 2011 Nisanı


 68 Paris’inin kaldırım grafitlerinin de söylediği gibi barikatların yalnızca sokakları kapayıp yollar açtığı, hayal gücünün gerçekliğe karıştığı, satılan mutluluklarını çalmak isteyen kırmızı bereli kızların, uzun saçlı, yuvarlak gözlüklü gençlerin, yaşam felsefeleri; ‘Hiçbir şey yapma, mutlu ol!’ olan bir neslin, felsefeleriyle çelişerek pek çok şey yaptığı  bir dönem; 68 Mayısı. Rolling Stones’un Street Fighting Man’inin ve Bertolucci’nin üç kişilik ensest aşk hikayesi The Dreamers’ının  ilhamı, kimilerinin ‘devrim’, ‘kimilerinin bunalım’, kimilerinin de ‘katılım’ olarak tanımladıkları bu enternasyonal çığlık ne için yapılmış bir çağrıdır? 68 Mayısı nedir ve günümüz dünyasını nasıl etkilemektedir?

 ‘Post-68’ şeklinde tanımlanabilecek ‘68 sonrası bir dönem’den geçmekte olan bizler; şu an 68in doğurduğu temalarla yaşamaktayız. Bu açıdan bakıldığında 68; ahlaki ve kültürel bir sıçrayış olarak karşımıza çıkmakta, dönemde ‘tabu’ olarak nitelendirilen kavramların sokağın kendisinin ve daha da önemlisi siyasetin kapsamı içinde yer alması olarak tanımlanmaktadır.

68 hareketinin ne olduğu, hareketin amacından çok sonuçları ve etkileriyle açıklanmalıdır. Tanımlanmaya çalışıldığında; 68 ‘bir sahne değişikliği’ olarak algılanabilir. Nasıl bir sahne, nasıl bir değişiklik? 68 Mayısı siyaset sahnesini –siyasetin konuları- esnetmiş, bükmüş ve yeniden yapılandırmıştır. Savaş sonrası dönemin getirdiği ekonomik buhrandan ötürü ekonomik sorunların hakim olduğu siyaset sahnesi, 68 kuşağının çabaları ve dünya görüşleriyle yeniden inşa sürecine girmiş, siyasi özgürlüklerin yanı sıra; kültürel ve ahlaksal diyebileceğimiz sorunlar ve hak taleplerinin tartışıldığı, elli yılı aşkın bir süredir savaş korkusu, totaliter rejimler, ırkçılık ve seksüel bastırılmışlık kavramlarının köleleri olmuş öğrenci, işçi, öğretmen, aydın vb. grupların ‘Hangi alanda özgürlükleriniz varsa, hepsini istiyoruz!’ çığlığıdır 68.

‘Siyasetin konusu nedir?’ sorusu, ‘Sosyal hayatın tüm unsurları.’ cevabını almaya 68 hareketi ile başlamıştır. 68 modern hayatın yeni bir çağ açışı ve insanları yepyeni toplumsal çatışmalarla tanıştırışıyla anlam kazanmıştır.  Sheila Rowbothom’ın '68 ve Kadın Hareketi yazısı feminizm fikrinin yalnızca kadın-erkek eşitliği ve cinsiyet ayrımı tanımları gibi soyut, yüzeysel bir boyuttan, kaldırım taşlarının polislere atıldığı sokaklara, siyasi pankartlara taşınmasına ve nihayet üçüncü boyuta geçebilmiş olmasına değinmektedir. 68 hareketi yalnızca okullarında esen polis terörüne bir nokta koymak isteyen üniversite gençlerinin söylediği şarkılar değil, işçilerin, kadınların, eşcinsellerin, transseksüellerin de haklarını aradıkları bir arenaya dönüşmüştür. Peki aranan haklar ve istenen özgürlükler neye dayanıyordu? Dünyanın dört bir yanında sokaklara dökülen milyonların peşlerinde oldukları şey neydi?

Tanıl Bora ’68 Ruhu Nedir? yazısında ‘...hem meslekten siyasetçiliği, hem de sınırlı ve önceden belirlenmiş dar siyaset faaliyet alanını aşarak, yaşamın her alanını siyasallaştırmak. Yani, toplumun siyasallaştırılması değil, siyasetin toplumsallaştırılması...’ [1]kavramının önemine değinmiştir. Siyasetin toplumsallaşması kavramı anlaşılacağı üzere ‘toplumsal’ın bayrağı devralması, birey sorunlarının ön plana çıkması, ve bireylerin tekil olarak harekete geçebilmesiyle mümkün olmaktadır. 68 hareketi işte bu noktada devreye girerek, senkronize eylemleriyle şehirleri, ülkeleri, kıtaları sarsmış, 68 kuşağı ise; devlet işleyişini ve bakış açısını eleştirerek ötekileştirildikleri toplumu kritik yapmaya ve eleştirel düşünmeye zorlamıştır. Tanınma ve hak elde edebilme ideası, 68 kuşağının motivasyonu olmuş ve tüm kuşağı özneler olmak durumunda bırakmıştır. Tüm bunlar göz önüne alındığında, 68 kültürel ve ahlaki birikimi yeterli olan ülkelerin tümünde ses getirmeyi başarabilmiş, demokrasi ve modern düşüncenin gelişimine katkıda bulunmuştur.

Peki bir devrim olarak 68 ne anlama gelmekteydi? Hareket daha önceden belirlenen ‘Devrim’ modellerinden hiçbirine uymamaktaydı.[1]  De Gaulle’ün kendisinin dahi ‘kavranılamaz’ olarak nitelediği 68 hareketi; daha önce de belirttiğim gibi açıklamalarla değil, sonuçları ve getirileriyle tanımlanmalıdır. Habermas’ın ‘68 Mayısı?’ sorusuna cevabı, her şeyden yirmi yıl sonra CDU’nun aileden ve gençlikten sorumlu kadın bakanı Rita Süssmuth’a işaret etmek olmaktadır. Habermas; ‘68’den önce bir CDU hükümetinde bir liberal kadın politikacı zor yer alırdı.’[2] şeklinde eklerken de haksız değildir.

68, Rita Süssmuth örneğinde de görüldüğü gibi pek çok radikal değişime sebebiyet vermesine rağmen neden bir devrim olarak nitelenememektedir? 68 Mayısı, gerçekten de daha önceden yapılmış devrim tanımlarına uymuyordu. Daha önce tanık olunan ‘devrim’ lerin aksine, 68 hareketinde, tüm devrimlerin başrol oyuncusu olan yokluk bir etken bile değildi. Peki bu devrimcilik ruhu nereden gelmekteydi?  Devrimciler, ‘Devrim için ölmek değil, onun sayesinde yaşamak istiyorlar, dünyayı değiştirmeyi düşlerken işe kendi hayatlarını değiştirmekten başlıyorlardı.’ 




68’e kadar tanık olduğumuz tüm devrimler belli bir sınıf tarafından, başka bir sınıfı aşağı çekmek amacı taşımaktaydı. 68’e bakıldığında ise; bu anlayış ve motivasyonun tam tersi bir yaklaşımla karşılaşmaktayız. 68 ne bir işçi hareketi, ne de bir öğrenci hareketiydi. Buna ek olarak yalnızca tek bir mesaj da içermiyor, dünyaya sosyal, siyasi, ahlaki vb. pek çok alanda yepyeni görüşler sunuyor, insani yapıları yeniden inşa etmeyi başarabiliyordu.

68liler belli bir sınıfa karşı ayaklanmıyor, ‘sınıf’ fikrine karşı birleşmeye çalışıyorlardı. Tüm dönem gözden geçirilecek olursa bir öğrenci hareketi olarak başlayan olaylar ve eylemler zinciri; öğrencilerin işçi sınıfının tüm eylemlerinde aktif olarak bulunması ve işçileri haklarını aramaları konusunda teşvik etmeleriyle devam etmiştir. 68 kuşağının hayatın her alanında görüşler belirtmesi ve sınırsız özgürlük için çabalaması bu hareketi klasik ‘devrim’ tanımından farklı kılan bir başka unsuru daha ön plana çıkarmaktadır; Fransa, Almanya hatta ve hatta Vietnam Savaşı nedeniyle kamuoyu saldırısı altında olan Amerika Birleşik Devletleri bile bu farkındalık ve değişim ruhunu toplum olarak ulaştıkları seviyeye borçluydular.


İşte 68’i diğer devrim hareketlerinden ayıran en önemli özellik de budur. 68 dayanılamaz yaşam standartlarının, devrim uğruna ölmeyi göze alanların, ayaklanmaktan başka çaresi olmayanların hareketi değil; yaşanılan hayatın nasıl iyileştirilebileceğine yönelik, kültürel ve ahlaki anlayışın geliştirilmesi gerektiğini düşünenlerin entelektüel miraslarının sonucudur. Dünyanın dört bir yanındaki 68lilerin farklı amaçlarla yola çıkarak, farklı sonuçlar elde etmelerinin temel sebebi de budur. 68; toplumların benzer idealleri farklı dillere ve problemlere tercüme etmelerinin, ülkelerin kültürel birikimlerinin yeniden değerlendirilmesinin bir ürünüdür. İşte bu yüzden de herkes kendi 68'ini yaşamaktaydı.

Nazizm korkusuyla tir tir titreyen ve kendilerinden önceki neslin hataları altında ezilen Alman gençliği Frankfurt Okulları’yla, üniversite çağındaki gençlerin nedensiz yere silahlarla Vietnam’a yollanması ve ilham verici figür Martin Luther King’in suikastıyla baş etmeye çalışan Amerikanlar hippi yaşam tarzıyla, idamlarıyla tüm ülkeyi kaos ve yasa boğan Denizler ve takipçileri ise dağları ve kahvehaneleriyle yaşıyorlardı 68 Mayısını; ancak büyük final sahnesi ‘  Soyez réalistes, demandez l'impossible.’ –Gerçekçi olun, imkansızı isteyin!- diye haykıran Paris sokaklarında gerçekleşmişti. İmkansız gerçekleşmediyse de gerçekleşebileceği kanıtlanmıştı tüm 68 ideallerinin. 17 Mayıs 1968’de 200000 işçi grevdeyken, bundan yalnızca birkaç gün sonra bu rakam iki milyondan on milyona kadar yükselmiş, Fransız işgücünün yaklaşık olarak üçte ikisi çalışmayı bırakmıştı. Öğrenciler, öğretmenler, aydınlar vs. işçi haklarını savunabilmek için meydanlarda bir araya gelmişler, Paris, çağ açıp kapayan devrimci ataları gibi 68’de de muhteşem bir organizasyon ve bütünlük sergilemişti.

Fransa’nın şu anki politik konumuna bakıldığında, 68 kuşağının savunduğu ve uğrunda savaştığı tüm değerlerin, -her alanda açık fikirlilik, emeğe saygı, barış özlemi vs.-, bir hayli değiştiği görülmektedir. 68’in gelip geçici bir adrenalin şoku olduğunu düşünenler ve tüm olayların büyük bir başarısızlık olduğunu söyleyenler tezlerini bu gerçekler üzerinde şekillendiriyor olabilirler.


Günümüz üniversite gençleri iş bulabilmek ya da devlet hizmetlerinden yararlanma haklarını kaybetmek konularında endişelenir, Nicolas Sarkozy 68 hareketine ‘anarşi ve amaçsal görecilik’ etiketlerini yapıştırırken döngü tekrar tersine dönmüş, yaşamsal, ekonomik faaliyetler felsefi aktiviteleri minimum düzeye çekmeyi başarabilmiştir.

Ne kadar vahşi ve zor olsa da, hepimizin hayatlarımızın çeşitli dönemlerinde 68lere ihtiyacımız olduğuna inanıyorum. 68’in kaosu ve şiddeti değil, dünya görüşü ve tutkusu burada bahsettiğim. 68 kuşağının entelektüel birikimi ve cesareti özellikle günümüz dünyası için hayati önem taşımaktadır. Nisan 2011'e baktığımızda bugün; Orta Doğu hareketi ile gurur duymalı, halk gücüne sonuna kadar inanmalıyız, yine... Bu kaotik devrimden 48 yıl sonra, 45 yıllık diktatörleri taşlamayı başaran komşularımıza şapka çıkarmalıyız, yine... Örnek almalı, sorgulamalı, okumalı, tepki vermeliyiz, yine...Bu önemi kavrayabilmek için maddi olmayanı ve şu an ülkemizde varlığını hissedemesek de hala bizlerde olan değerleri hatırlamalı ve tanımalıyız. Unutmamalıyız ki gerçekten de "Kaldırım taşlarının altında kumsal vardır".

[1] Bumin, K. (1998, Mayıs). ’68 Türkiye’de yaşandı mı? Birikim, 109, 61.
[2] Bumin, K. (1998, Mayıs). ’68 Türkiye’de yaşandı mı? Birikim, 109, 61
[3] Bumin, K. (1998, Mayıs). ’68 Türkiye’de yaşandı mı? Birikim, 109, 62.



[1] Bora, T.(1998, Mayıs). ’68 ruhu nadir? Birikim, 109, 92-95.