12 Mart 2012 Pazartesi

Walk-200-miles-in-her-soul

“Solda güneş yükseliyordu, güneye giderken…” şarkısının nakaratı ile gözlerimi açtım. Otobüs dokuz saatlik yolculuğun son safhasına gelmeyi başarabilmiş, son bir mola verebilmek için yavaşça peronuna çekilmişti. İstanbul’un korkunç soğuğundan sıyrılabilmenin ve günler sonra “samimi” bir güneş görebilmenin verdiği dayanılmaz hafiflik ile kendimi hiç olmadığım kadar aktivist hissettiğim bir 8 Mart günü, İzmir il sınırında başlamak üzereydi.
Dünyanın dört bir yanında büyük bir heves ve dürüst olmak gerekirse, “kızgınlık” ile kutlanacak olan bir başka Kadınlar Günü daha gelip çatmıştı. ABD’de bir gelenek haline gelmiş “Walk-a-mile-in-her-shoes” etkinliğinin magazinsel bir uyarlaması olan “Sıkıysa Topuklu Giy” organizasyonuna katılmak ve organizasyonu kendi gözlerimden anlatabilmek için yola koyulmuştum. Bir başka hayal kırıklığı daha yaşayacağımı bilmeden toparlandım, hazırlandım ve etkinliğin planlandığı Forum Bornova’ya doğru adımlarımı sıklaştırdım. Sıkıysa Topuklu Giy etkinliği kadına yönelik şiddete dikkat çekebilmek ve eşitlikçi toplumsal mesajlar verebilmek için kırmızı topuklu ayakkabılarla izleyici karşısına çıkacak birkaç medyatik erkeğin katılımından ibaretti. Organizasyon hakkında –nedendir bilinmez- bilgi vermeyi reddeden görevliler ve “press-kit” ler yardımıyla dahi neler olup bittiğini tam olarak idrak edemeyen basının da katılımıyla DJ The Girl from Ipanema’sını çaldı ve insanlar kameralı telefonlarını çıkarıp sahne başına kuruldular.
     İlk olarak topuklu ayakkabıları ve tuhaf sırıtışıyla her adımda “tesadüfen” sendelemeyi başarabilen bir erkek ve heyecanlı bir kadın sunucu karşımıza çıkıp günün anlam ve önemini tamamen ayaklar altına alarak, tarihin en anti-feminist program açılışına imza attılar. “Kadınlığın sembolü topuklu ayakkabı”, “Kadın konuşamaz, kadın susar. Öyleyse biz erkekler konuşalım!” sözleri ve “Yediyordu Elif kağnısını!” okuma bayramı ses tonuyla okunan şiirlerin ardından podyuma ilk çıkan katılımcı TV oyuncusu Şevket Çapkınoğlu oldu. Şovun ardından kendisiyle konuşma şansı bulabildiğim Çapkınoğlu etkinliği nasıl bulduğu hakkındaki soruma dürüst ve gerçekçi bir cevap vermeye çalışarak, “Tüm bu etkinliğin basında ses getireceğine hiç şüphe yok. Aramızda Nuri Alço gibi pek çok önemli sanatçı bulunmakta. Tabii kırmızı ayakkabılar bir günde şiddeti yatıştırmayacak, ancak yine de burada bulunmaktan memnunum” yanıtını verirken, Walk-a-mile-in-her-shoes organizasyonu hakkında bilgisi olup olmadığı ve bu tarz bir etkinliğe tekrar katılıp katılmayacağı yönündeki sorularımı da yanıtlarken dikkatliydi, “ABD’de her yıl düzenleniyor, evet. Erkekler topuklu ayakkabılar ile 1.5 kilometre kadar koşuyorlar. Bu bir özür mü, eğlence mi yoksa empati mi bilmiyorum; ancak popüler olduğu, ilgi çektiği kesin. Bu tarz bir etkinliğe niçin katılmayayım ki! Doğru olanı yapmak, doğru şeye dikkat çekmeye çalışmak için sembolün pek de önemli olmadığını düşünüyorum” şeklinde konuştu. Topuklu ayakkabılarla kendini nasıl hissettiği ve İngilizce “kendini onun yerine koymak” anlamına gelen “in her shoes” deyimi hakkında da, “Kendimi rahatsız, tuhaf ve savunmasız hissettim. Eğer bu his kadın olmak demekse, bunun gibi tüm aktivitelerde başı çekmeye hazırım” diyerek sözlerini noktaladı. Podyumun en popüler isimlerinden olan modacı Barbaros Şansal ise topuklu ayakkabılar ve kadın olmak ile ilgili, “Topuklu ayakkabılara defilelerimden ötürü zaten alışığım. Bir türlü alışamadığım tek şey iktidarın “aileyi koruma” adı altında “kadına çektirmesi” dir. Bizim topuklu giymemiz iktidarın çıplak ayakla gezmesi gibidir” açıklamasında bulundu. Türk filmlerinin tokmakçısı olarak hatırladığımız eski manken Engin Koç ise Şansal’ın aksine topuklu ayakkabılar ile oldukça zorlanan isimlerden bir başkasıydı. “Topuklu ayakkabılar içerisinde ne kadar mukaddes olduklarını tekrar anladığım tüm kadınların 8 Mart’ını yürekten kutluyorum!” diyen Koç ayakkabılarını ellerine alarak sözü “günün adamı” Nuri Alço’ya bıraktı. Bu tarz etkinliklerin Türkiye’de neleri değiştirebileceği konusundaki soruma, “Sanatçılar bir şekilde örnek alınmayı başarabiliyorlar. İnsanlar onları izliyor, dinliyor ve merak ediyor; ben değişimin gerçekleşebileceğine inanıyorum. Yıllardır yaptığım birçok filmde kadın düşmanı, bugün tam olarak eleştirilen tipi canlandırdım. Eminim buradaki izleyici benim duruşumdan ayrı bir haz alıyordur. Bir şekilde bu da amacımıza hizmet ediyor” açıklamasını yaptı. Kadınlar gününün kutlanmaya başlaması ve kısa arka planına da değinen Alço, “Kadın hak ve özgürlüklerinin hatırlanması ve korkusuzca ifade edilebilmesi için yüzden fazla kadının ölümünden doğan “yılın tek bir günü” oldukça yetersiz. Yalnızca “anne” lerimizin kutsallığı bile sonsuza dek her gün kadınlarımızı yüceltmeye ve hayatlarımıza kattıkları mucizeleri kutlamaya değer” şeklinde konuştu. Alço’ya göre daha karamsar konuşan modacı Şenol İpek ise “Tabi ki topuklu ayakkabılar ve podyum yürüyüşleri yeterli değil. Şiddet ve cehaleti çözebilecek tek yolun eğitim ve cesaret olduğuna inanıyorum. Atılan her adım ileriye yöneliktir, bugün attığımız gibi; ancak bu tarz eylemler semboliktir” açıklamasını yaptı. Ödül töreni ile son bulan organizasyonda Profesör Doktorlar Özdemir ve Hülya Nutku kadına yönelik şiddet ve düşmanlığa karşı yaptıkları katkılardan dolayı onurlandırılırken. Prof. Dr. Hülya Nutku, “ Dayak ve şiddet eğitimsizlik ürünüdür. Dünyanın birçok yerinde halen yalnızca kız oldukları için çocuklarını gömen aileler mevcut. Bu ayıbın son bulması kadınların da işbirliğiyle mümkün olacaktır” mesajı vererek, “Erkekler vurmayın, kadınlar susmayın!” açıklamasında bulundu.
Beklendiği kadar ilgi görmeyen, Nuri Alço gibi “ağır abi” lerin topuklu ayakkabıları dahi giymeye çekindiği, herkesin “Kadınlar gününü kutluyorum, kadın olmak çok zor” gibi demeçler verdiği sıradan bir etkinlikti Sıkıysa Topuklu Giy organizasyonu. En modern erkeğin bile İngilizce deyim anlamıyla “her shoes” içine girmeden anlayamayacağı dertleri vardı kadınların. Bizlere vurmaktan, “fahişe” damgası yapıştırmaktan çekinmeyen, sürekli olarak “eksik” ve “zavallı” olduğumuza işaret eden, kadın yerine “hanım”, “bayan” gibi sözcükler kullanarak bizleri sınırlayan erkeklerin topuklu ayakkabılara girmeye çalışması bir adım mıdır bilinmez. Güneşin pırıl pırıl parladığı, lüks restoranlar ve 5D sinemalarla çevrili Forum Bornova’da Kadınlar Günü işte böyle kutlandı.
Kara bulutlar ve fırtına altında, 11 Mart günü Kadıköy mitingi ise bambaşka bir hikâyeydi. Feminist Kadınlar Çevresi, İlerici Kadınlar, İmece Kadın Sendikası, Kadın Emeği Kolektifi, Sosyalist Kadın Meclisleri, Üniversiteli Genç Kadınlar& LÖBlü Kadınlar gibi onlarca örgütü temsil eden kadın seli Pazar öğleden sonra tefler, etnik kostümler, pankartlar ve şarkılarla caddeleri sarmıştı. “Cinderella gitme baloya, 8 Mart’ta haydi alana!”, “Gelsin baba, gelsin koca, gelsin cop! İnadına alana!”, “Dünya yerinden oynar, kadınlar özgür olsa!”, “Merhaba ben kadın. Hanım kardeş az önce çıktı!” , “4+4+4 Haydi Kızlar Kocaya!” gibi yüzlerce pankartla yürüyordu kadınlar. Kendisiyle konuşma fırsatı bulduğum Genç Üniversiteli Kadınlar Örgütü Üyesi Seval Arslan gözlerini devirerek baktı bana Kadınlar Günü, kadın olmak dediğimde, “Her şeye karşı yürüyorum bugün!  Sevgilim erkek değil anlasınlar istiyorum, bir şeyleri kirlendiyse yıkasınlar istiyorum. Çocukların kreşe, kadınların işe gitmesini istiyorum” diyordu bana. İlginçtir ki içlerinde topuklu ayakkabı giyen bir kadın dahi yoktu. Bugün kadın ya fırtına altında ölüp gidecek, ya da güneşli yerlerde prensinin onu öpmesini bekleyecekti. Brown haklıydı günün sonunda, “It is man’s World” sözü yerindeydi galiba…


28 Şubat: Balans ayarı tutmayınca

Jenerasyonumuz için yalnızca içi doldurulmaya çalışılan birkaç sözcük kalıbından ibaret ünlü 28 Şubat modeli, darbesi, süreci…  Nasıl tanımlıyorsanız öyle olsun. Gündemin “sıcak” konusu, tartışma programlarının değişmez hususu 28 Şubat Süreci’nin tam olarak ne olduğunu acaba biliyor muyuz? Günümüz gençlerinin “tam olarak” tanımını bir yana bırakalım haydi; sürecin en caf caflı, en tartışmalı kısmını an an, gün gün yaşayan asker, sivil toplum örgütü üyeleri, siyasiler, medya mensupları ve günümüz medyasına göre “askerin yaktığı ateşi körükleyen siviller”  hatırlıyorlar mı 15. yılında bu serüvenler dizisini? Jenerasyonumuza daha yakın olan Lemony Snicket diliyle etiketleyip Talihsiz Serüvenler Dizisi demek mümkün mü bu hadiselere, ya da bazı çevrelerin diliyle on asırlık bir fenomen mi yansımaları dahi gündemi zeminden sarsan bu süreç?
Post-modern darbe…  Birçoğumuz anlamlandırmaya çalıştığımız süreci bu lakapla tanıdık. Ne kast edilmişti bu kalıpla? 28 Şubat neydi, kimler tarafından tetiklendi? Bir başka formda zafer yolculuğu kimlerin eseriydi? Ürünü, sonucu, yıkımı, ödülü neydi? Geçtiğimiz hafta Mehmet Ali Birand’ın 32. Gün Programı’na konuk olan emekli Koramiral Atilla Kıyat 28 Şubat konusunda, “kimsenin yatacak yeri yok” açıklamasını yaparken; “Erbakan Hoca” sının ardından üzüntüyle boğazı düğümlenen, gözyaşlarına hâkim olamayan eski Adalet Bakanı Şevket Kazan ise “ABD menfaatine çalışmayan Hoca’mız Türkiye’deki ABD uzantılarının hedefi oldu” şeklinde konuşmuştu.
Kimileri için bilgilenme, kimileri içinse hafıza tazeleme amacıyla geri dönüp bir bakalım. 28 Şubat gazeteci-yazar Taha Akyol için, “Devlet gücüyle toplumun belli bir düşünceye göre şekillendirilmesi, tek tipleştirilmesi, Fransız İhtilali’nden gelen bir model” olarak tanımlanıyor. Sonuçları günümüze dek uzanan süreçteki hadiseler kısaca şu şekilde seyrediyor. Başrollerde kahraman, anti-kahraman, dönemin genel düşüncesine göre ise kötü adam Necmettin Erbakan ve siyasetin “wannabe İron Lady” si Tansu Çiller var. İkilinin el sıkışması üzerine üretilen korku hikâyeleri ise yıllar sonra epik bir Hollywood filminde Oscar almaya çok ama çok uzak bir vakalar dizisi.  95 genel seçimlerinde koalisyon hükümeti kurmak zorunda yalan Refah ve Doğru Yol Partileri’nin uzun bir bekleyiş sonucunda 54. Başbakan olarak Necmettin Erbakan’ı seçmeleriyle ilk domino taşı devriliyor, kahramanlarımız her güne yeni bir skandalla imza atıyorlardı.  Geçtiğimiz günlerde CNN Türk’ün Medya Mahallesi programına konuk olan gazeteci-yazar Ruşen Çakır dönemde yaşananlara ilişkin, “28 Şubat kolektif bir olaydır. İşin sivil ayağı askerden çok daha fazladır” açıklamasını yapıyordu. Sivil rolünün siyasi ve askeri topluluklardan çok daha büyük olduğu iddia edilen 28 Şubat sürecini merakla sorguluyor; masanın diğer ucundaki kumandaya uzanamayan halkımızın nasıl bu denli çarpıcı kırılma noktalarına önayak olabildiğini merak ediyorduk. Korkuydu biz miskinleri bir araya getiren ve bu korkunun bir adı vardı. Hepimiz “irtica” denen o gölgeden korkuyorduk. Bahsi geçen korku senaryolarıyla ilgili her gün haberler yapılıyor, manşetler atılıyordu. İş dünyası, sendikalar, muhalefet ve daha pek çok kesim bu kelimeyle korkuyor, birleşiyordu.  Nasıl ki kontrolsüz güç, güç değil ise kontrol dışı, git gide güçlenen korku da zaman zaman havası sönen bir balon gibi kaotik manevralarla savruluyor ve duvarlara çarpıyordu. Sürecin en önemli aygıtlarından biri olan medyanın da İmam Hatipliler ve ortaöğretim süreciyle ilgili sürekli olarak yaptığı “yeşil sermaye nereye gidiyor”, “bugün bu kadar, yarın on misli mezun” şeklindeki haberler de yaratılan ortamın tuzu biberi oluyordu. İplerin koptuğu fişlemeler ve görevden uzaklaştırmalar, üniversiteye girişte katsayı engeli ve nam-ı diyar “balans ayarı” Sincan tankları geçişi ile climax i vuran vakalar 28 Şubat 1997’de yaşanan çözülmeyle son buluyordu. Tarihin en uzun Milli Güvenlik Konseyi Toplantısı ile Başbakan Necmettin Erbakan’a yapılan baskıların artması, dönemde MGK’da “bin yıl sürecek” denen süreçte en önemli sahneyi çekiyor, en vurucu repliği okuyordu. Radikal Ankara Haber Müdürü Ömer Şahin, “Refah-Yol Hükumeti 28 Şubatta yeterli dik duruş sergileyemedi” şeklindeki açıklaması ile dönemin hükümetini hangi alanda eleştiriyordu?
28 Şubatçılara göre irtica Türkiye’yi teslim almak üzereydi. Bunu belki iftar yemekleri, belki Erbakan’ın İslam dünyasına ve Batı’ya yönelik tavır ve tutumu belirliyordu. Mehmet Ali Birand ve Reyhan Yıldız’ın CNN Türk’te gösterilen ve kitap olarak da yayınlanan Son Darbe: 28 Şubat adlı belgesel çalışmasında net olarak anlatılıyor: Brifingleri dinleyenler “durum gerçekten vahimdir” duygusuna kapılıyor, askerler “gerekirse silah kullanacağız” diyordu. Psikolojik harekât teknikleriyle verilen brifingler müthiş bir “irtica korkusu” yaratmıştı. Günümüzde ise bizler kendimizi, “Niçin silah kullanılacaktı ki?” sorusunu sormaktan alıkoyamıyoruz. İki askeri darbe atlatmış Türk vatandaşları da korkuyordu elbet. “Refah olmasın da…” mottosu ne olmuştu da bugün, “Asker de boyunu aşıyor canım” a dönüşmüştü? Kıyat canavarlaştırılan ordu için, “ TSK asla hükümeti devirmek, ülke idaresini ele geçirmek istemedi. Darbe amacı yoktu. TSK 28 Şubat’a itildi” şeklinde konuşurken Kazan, “ Her şey ABD’nin başının altından çıktı, Hoca masumdu” kontratağıyla cevap veriyordu. Hırsızın hiç mi suçu yok mantığı ile parmaklar Erbakan- Çiller koalisyonuna döndüğünde ise Hüsamettin Cindoruk araya girerek, “TSK millidir, dış etkenlerle müdahale etmez. Siyasetçilerin kördüğüm ettiği bir toplumda asker devreye girmek mecburiyetinde bırakılmıştır” ı yapıştırıveriyordu. Bugün bizler bilgisayar başlarına, TV ekranlarının karşılarına geçerek tekrar tekrar sorguluyoruz olayları. Erbakan işler bu hale gelmeden niçin durduramadı bu kaosu? Onun çizgisi “hayal dünyası” olarak görülüp, partisi siyaset sahnesinden silinirken; bünyesinden çıkan bir alt grup nasıl oluyordu da üç dönemdir tek başına iktidara gelerek hem Doğu, hem de Batı dünyasında alkışlanmayı becerebiliyordu? Bu sorularımıza titrek sesi ve sinirli tonuyla yine Şevket Kazan yetişiyor, “ Erbakan Hoca bir liderdir. Batı’nın hegemonyasında değil!”
Peki ya TSK değişimin damarını tutabilmiş miydi? Onlar nasıl bir rol oynadılar bu dönemde soruma sevgili aile dostumuz Emekli Albay Abdullah Ulusoy şu şekilde yaklaşıyor, “Altı askeri, beş sivil Cumhurbaşkanı olan bir ülke burası sevgili kızım. Darbeler sonrası yıllarca askerin idare ettiği bir ülke. Askere olan müthiş bir güven, herkes çözümü TSK’dan bekliyor. Muhalefet partileri daha çok çalışmalıydı, çuvallarca mektup gelirmiş Genel Kurmay’a “Haydi ne duruyorsunuz” diye. Tanklar yürütüp fazla mı abarttık ne?”  Sevgili Ulusoy kızgınlıkla “Darbeden en çok etkilenen TSK’dır, irtica oldukça ciddi bir tehditti” lafını da eklemeyi ihmal etmiyor. “Kimse bizim karşımıza dikilmedi ki!” Ulusoy’un aksine Yalova eski Baro Başkanı dayım Ali Güler ise tüm bu hengâmeyi oldukça gereksiz bularak. “28 Şubat Süreci değil, hikâyesi olarak ele alınmalı artık. 28 Şubat’ın nesi kaldı? O hareket ordunun siyasi hayattaki baskınlığının en saf formuydu. 2007’den, özellikle de referandumdan sonra bunun bir tekrarı pek de mümkün gözükmüyor. Türkiye’nin kaderini etkileyenler elbette hesap vermeli ancak; intikam yemeğine de dönüştürülmemeli olay. Siz bize yaptınız 15 yıl önce, şimdi sıra bizde şeklinde olmamalı” şeklindeTürkiye’nin geleceğine odaklanması gerektiğini belirterek barış çağrısı yapmayı da ihmal etmiyor, “Siyasiler de darbe anayasası söylemini kesmeliler artık, zaten o anayasanın dörtte üçü değişti!” Tüm sürece kendi deneyimleri üzerinden değinen Uludağ Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümü Öğretim Üyesi Mehmet Taşdemir ise yüzünü buruşturuyor 28 Şubat dememle birlikte, rahatsız, sıkkın bir tonla giriyor konuya, “ Tabii iyi hatırlıyorum. Zor, korkutucu bir dönemdi herkes için. Özellikle medya ve haberlerin sunuş biçimi… Flaş, flaş, flaş! Tanklar, askerler, saatler süren MGK toplantıları, yine mi darbe olacak korkusu. Bana kalırsa medyanın rolü büyük. Korkuyu dehşete dönüştüren onlar” şeklinde konuşurken ekliyor, “ Askerden polisten korkan bir millet olarak günlük hayatın doğal akışının olağanüstü hal gibi olaylarla kesileceği düşüncesi en kötüsü. Toplumun genelinde de bu korku mevcut. Sistemin kendi kendini bir noktaya taşımasını beklemek daha gerçekçi, 28 Şubat’ı planlayanlar bugünleri görebilmiş olsalardı bu kadar müdahale etmezlerdi” diyerek noktalıyor sözlerini.  
Son olarak değinilmesi gereken biz gençlerin bir türlü anlayamadığı nokta; 15 yıl boyunca gündem ilgisi bulamayan 28 Şubat sürecinin niçin bu yıl “gündemin tek konusu” haline geldiği sorusuydu. Burada yardımıma koşan ise TRT 1’de yayımlanan Enine Boyuna programının konuğu Siyaset Araştırmaları Direktörü Hatem Ete oldu. “Hiç kuşkusuz yeni Türkiye inşasının geçmişle yüzleşmeden geçtiğine dair siyasal bilincin gelişmesi etkili oldu. Toplumsal barışın, siyaset üzerinde vesayet kurmuş aktörlerin yasadışı faaliyetlerini açığa çıkarmaktan, öteden beri siyaset-üstü bir mevziye yerleşmiş aktörleri yasal kovuşturmaya tabi kılmaktan geçtiğine dair farkındalık etkili oldu.” açıklamasıyla tereddüt dahi etmeyen Ete de orduyu suçluyor, sürecin bitişi ve daha demokratik ve modaya uygun olan “Yeni Türkiye” kalıbını kullanmayı ihmal etmiyordu. Süreci anlama ve olayları derinlemesine idrak edebilme çabasında olan bizler soruyoruz; madalyon tam tersi durmuyor mu bugün? Büyük resmi değil, resmin çerçevesini bile görebilmenin imkânı yok. “Hesap verin!”, “Önünüze bakın!”, “ Amerika komploları bunlar!” , “Asker de askerliğini bilmeli!” derken atı alan Üsküdar’ı geçecek mi yine bilinmez. Tek bildiğimiz Chomsky’nin rıza üretimi, Rousseau’nun da mutlak güç konusunda yeniden haklı çıktığı. İntikam, açıklama, cevaplar ya da demokrasi istiyoruz diyen halkımız acaba gün gelince, “ Gölge etme başka ihsan istemem!” de diyebilecek mi?

The Help to see the reality?

Yardımcıların yardım çığlığı The Help, Türkçe adıyla Duyguların Rengi Martin Luther King Jr. önderliğinde yürütülen 60ların vatandaşlık hakları hareketi, nefret suçları ve ırkçılık üzerine yapılan bir başka film daha. Peki bu filmi aynı temayı işleyen onlarca filmden ayırarak, geçtiğimiz hafta dağıtılan Akademi Ödülleri’ne kadar taşıyan ve filmdeki performansıyla En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Ödülü’nü alan Octavia Spencer’ın dakikalarca ayakta alkışlanmasını sağlayacak kadar özel kılan farklı bir yanı var mı? Film 1960larda, ABD’nin günümüzde dahi hala en cahil ve bağnaz eyaletlerinden biri olarak bilinen Mississipi’nin Jackson şehrinde konumlanmış. Öykü ise acaba çan etekleri, güneye karşı koymayı başarabilmiş “fazla beyaz” tenleri, her biri Cumhuriyetçi, iyi Hıristiyan, körü körüne ırkçı ve umutsuzca Hitchcock kızlarına benzemeye çalışan güneyli aksanlarıyla birkaç beyaz kadın ve siyahi hizmetçilerinin öyküsünden daha fazlası olmayı başarabiliyor mu?
 The Help En İyi Kadın Oyuncu Oscar Adayı Viola Davis’in karakteri Aibileen Clark’ın “Siz olmak, sizin yerinizde olmak nasıl hissettiriyor?” sorusuna cevap verebilme çabasıyla açılıyor. Paragrafları diyaloglara tercih eden, fazla konuşmayıp, sessizce acı çeken yüzlerce hizmetçiden biri Aibileen Clark. Kariyerinin en güçlü performansını sergileyen Davis’in çok da uzun olmayan bir süre önce gençlik filmlerinin asi kızı olarak izlediğimiz Emma Stone, nam-ı diyar Skeeter Phalen’a verdiği röportajla açılan film izleyiciyi elbette korkutuyor.  Bunlara bir de M. Night Shyamalan filmlerindeki fantastik rollerinden sıyrılarak gerçeğin acı çölüne düşüp, “bok turtası”yla cezalandırılan Bryce Dallas-Howard eklenince bir adım geri atıp büyük resme bakıyor, şaşırarak kaos içerisindeki “neredeyse güzel” harmoniyi yakalıyoruz. Senaryo yazarları Taylor ve Stockett’in eleştiri kısmında ayrıca ele alınması gerek tabii. Uyarlama bir senaryonun yaratabileceği tuzakların çoğuna düşmelerine rağmen az bir hasarla atlatıyorlar bu yolculuğu. Boşa giden pek çok sahne arasından adım adım beklenen sona doğru yaklaşıyoruz. The Help’in Jessica Chastain gibi beklenmeyen sürprizleri de yok değil; fakat bu asil mevzuyu gözler önüne sermeye çalışan, beyaz halkın ve cehaletin özeleştirisi niteliğinde alkışlanan filmin en büyük sorunu “gerçek” olgusu ile.
Siyahların perspektifinden “acı” yı anlatan cesur, idealist, beyaz kız ve siyahi hizmetçiler… Şehrin elit kesiminden gelen, iyi bir evlilik yapması beklenen Jackson kızı Skeeter’ın yerel gazetede küçük bir işe girip pek çok kişinin kaderini değiştirmek için yazarlığa soyunmasıyla kuruluyor olay örgüsü. Asil, elinden her iş gelen, masum tabir-i caisse “kan içip kızılcık şerbeti” demeyi bilen Aibileen (Davis) ve daha karakteristik, güneyli mutfak dâhisi Minny (Spencer) ile iş birliği yapmasıyla dallanıp budaklanıyor. Skeeter’ın New York editörünün daha çok sese ihtiyaç duymasıyla tıkanan proje Medgar Evans’ın cinayeti ile gereken “paylaşım isteği” ni yakalıyor.  Mississipi Burning ve Steel Magnolias yolunda, belki biraz daha kısık bir tonla ilerliyor The Help. Eğer bu karışım sizin Oscar adayınız, “iyi harcanmış iki saatiniz” ise daha fazla vakit kaybetmeden kurulun The Help’in karşısına; fakat bu kombinasyonun ikiyüzlülüğünün göz ardı edilmemesi gerek. Mississipi Burning’de de karşımıza çıkan “şeytan”, “pasif” veya “tek kelimeyle mükemmel” beyazlar maalesef The Help’de de kırılabilmiş bir klişe değil.  Bryce Dallas Howard’ın hijyen miti propagandasıyla süslenmiş bağnaz karakterinin yanısıra, Minny’yi canavar kocasından kurtaran sevimli çift ve Ahna O’Reilly’nin karakteri “alem ne der” Elizabeth Leafolt beklenen üçlünün temel taşları.  Tüm bu canavar karakterlere rağmen, filmin bir şekilde direksiyonu tamamen yanlış yöne kırması şaşılacak bir sonuç.  Climax’den sonuca doğru giden yolda The Help Mississipi’deki kan donduran ırkçılığının çoğunun “mahalle baskısı” eseri olduğu gibi tamamıyla yanlış ve kolay bir sonuca yöneliyor.  Filmin bir diğer zayıflığı ise yan karakterler ve alt öykülerin bir yerde ana öyküyle ilgilerinin tamamen kesilmiş olması. Skeeter’in Stuart romantizmi karakterin bir lezbiyen olmadığını kanıtlamak dışında ne karakterin kendisi, ne de öyküye “hiçbir şey” katamıyor.
The Help ile ilgili can sıkan asıl konu daha iyi, daha doğru, daha güçlü ve gerçek bir filme işaret eden bazı geçici ve güçlü an ve sahnelerin varlığı. Octavia Spencer’in Skeeter’ı karşısına alıp, "I need to see you square-on at all times” sözüyle kendine bağlayıp, Amerikalılara biraz daha derin bir empati ile yaklaşıldığı bazı anlar… Tüm aktör ve aktrislerin mükemmel performanslarına rağmen yukarıda bahsettiğim anların çoğu Davis ve Spencer’a ait. Aktrislerin bir yaşam dolusu acıyı anlatıp, bir dakika içerisinde bu acıda buldukları bir tutam eğlence ile saniyelik kıkırdamaları ile “gerçek” ten daha dokunaklı bir hal alan The Help üzülerek belirtiyorum ki belli kalıpların içine hapsolmuş büyük bir potansiyel kaybı.