27 Nisan 2011 Çarşamba

Yeni Gazetecilik Tablet Tablet mi?

iPad ve iPhone gibi Apple destekli, akıllı teknolojik ürünler için tasarlanmış özel tablet gazeteler ülkemiz ve dünyadaki habercilik anlayışı ve okuyucu alışkanlıklarını değiştirebilecek mi? Henüz bu sorunun cevabını bilmesek de, dijital tabloid haberciliğin ilk örneklerinin birer birer gün yüzüne çıkmaya başladığını biliyoruz. Türkiye’de bu tür haberciliğin ilk örneği; deneyimli gazeteci, Akşam Gazetesi eski Genel Yayın Yönetmeni Nurcan Akad’ın “Zete”si oldu. Uzun süredir merakla beklenen Rupert Murdoch’un “The Daily” isimli iPad gazetesi de geçtiğimiz Şubat ayında yayına başlamıştı.
Gazete’den Ga kısmını atarak Zete adıyla dijital bir gazete hazırlama işine soyunan Nurcan Akad ve ekibinin ilk çalışması Ocak ayı içinde yayına başlamıştı. Zete günlük bir gazete formatında ve şimdilik tamamen ücretsiz. Ülkemizde türünün ilk örneği olması bakımından ilginç bir çalışma gibi gözüküyor; ama devamının gelmesi ve daha çok ilgi çekmesi için daha da geliştirilmesi, yazılım alt yapısının daha da güçlenmesi gerekiyor.

Zete bir yana, tüm dünyanın merakla beklediği bir başka iPad gazetesi ise medya imparatoru Rupert Murdoch’un “The Daily” isimli dijital yayınıydı. The Daily, şu an haftalık olarak 0.99 Dolar’a satılıyor.. Ne kadar ilgi göreceği ise büyük merak konusu. Çünkü gerek Zete, gerekse The Daily gibi yeni mecraya adım atan yayınların önünde konvansiyonel yayınların da iPad atakları var. Örneğin sadece iPhone ve iPad değil, Android platformunda da günlük gazeteleri cep telefonunuza ya da tabletinize indirip okuyabiliyorsunuz.

The Daily ve Zete örneklerinden de anlaşılabileceği gibi, gazetecilik ve genel olarak habercilik alanında büyük gelişmeler söz konusu. Uzun süredir ülkemiz dışında örneklerine rastladığımız “tabloid gazete” ler de Türk yayınında yerlerini almaya başladı. Bu açıklamayla ilk akla gelen örnek hepimizin bildiği gibi Referans Ekonomi gazetesiyle birleşerek, yenilenen Radikal.
Birçok gazeteci ve yazarın dünyanın en iyi gazeteleri olduğu konusunda uzlaşmaya varabildikleri Wall Street Journal ve New York Times gibi gazeteler; günümüzde en zekice işlerin yapıldığı, en akıllıca yazılan “column” lar ve haberlere yer verilen gazeteler olma özelliklerini yitirmeye başladılar. Zete, The Daily vb. örneklere bakıldığında en zekice haberlerin ince bir mizahi anlayışla sunulduğu tabloid gazetelerin yükselişte olduğu söylenebilir.   
Geçtiğimiz haftalarda Bilgi Üniversitesi’ne konuk olan Zete’nin kurucusu Nurcan Akad’ın da dediği gibi tabloid gazete çıkarmak çok farklı bir bakış açışı ve “orijinal” bir okuyucu kitlesi gerektiriyor. Akad’a göre, tablet haberleriniz için atacağınız başlıklar hem provokatif, hem çok zeki hem de mizahi bir şekilde sunulmalı. Zete’yi dikkatle incelediğimde Akad’ın anlatmaya çalıştığını daha iyi anlama olanağı buldum. Bu tarz gazetecilik yapmanın önkoşulu; hayata karamsar bir alaycılıkla bakmak. Akad’ın da altını çizdiği okuyucu kitlesinin enderliği ve yeni haberciliğin alışılmamışlığı, bu tarz habercilik yapılan gazetecilik hakkında doğru olmayan görüşler de yaratmıyor değil.
Ülkemiz ve dünyada sıkça rastladığımız yaygın görüşün aksine iPad gazeteleri ve tabloid gazetelerde oldukça ciddi bir gazetecilik yapılıyor Dolayısıyla tabloid gazete- ciddi gazete ayrımı yapmak tamamen yanlış bir kıyas.
New York Times'in bir önceki editörü Max Frankel, kendisine sabah işe geldiğinde güne hangi gazeteyi okuyarak başladığı sorulduğunda 'beklenildiği gibi' rakip 'Washington Post' diyerek cevap vermemiştir. Frankel, güne tabloid gazetelerle başladığını çünkü bir tek onların, yaşadıkları şehrin ruhunu ve konuştuklarını yakalayıp yansıttığını söylemiştir. Bu tür gazetecilik New York Post ve İngiltere'deki The Sun gazetelerine yeni bir hava getirmiştir
Her türden haberin bambaşka sunumlarla okuyucu karşısına çıktığı iPad gazeteleri ve tabloid tarzının en güzel örneklerinden birini İngiltere’nin The Sun gazetesinde görebilmek mümkün. 1 Ağustos 2010 tarihli The Sun gazetesinin ön kapağında İngiltere’de kıyıya yaklaşan köpek balığı tehdidi ele anınmış; Sun gazetesinin bastığı fotoğrafta kıyıya yakın yüzen insanlar görülürken az ileride yüzeye yakın dolaşmakta bulunan köpekbalığı da dikkat çekiyor. Sun gazetesi şöyle bir başlık kullanmış: Der-dum Der-dum, dum-dum, dum-dum dum-dum, dum-dum, der-dum, dum-dum. Fotoğrafa ilk bakıldığında görülenin adeta Jaws filminden alınmış bir sahne olduğunu sanabilirsiniz. Gazetenin editörleri aynı şeyi hissetmiş olmalılar ki; başlık olarak Jaws filminin müziğinin ritmini koymuşlar. 

Benim hayran olduğum gazetecilik zekâsı da bu işte; zeki ve risk almaktan korkmayan bir tavır. Tabloid gazeteciliğin özü bu. Tabloid gazetecilik aynı zamanda okuyuculardan da belirli bir zekâ düzeyine sahip olmalarını bekliyor. Akad’ın da üniversite ziyareti sırasında pek çok kez vurguladığı gibi Zete’de yalnızca belirli haberlere yer veriliyor. Kısacası, Zete gibi bir gazetede asla Justin Bieber’ın saç kesimi haberini bulamayacaksınız. Bu tavra verilen tepkiler çeşitli olsa da, kişisel görüşüm bu gazetecilik anlayışına tam destek vermekte. Yalnızca ünlüler ve dedikodu konusu içeren sayısız dergi, gazete eki, blog ve mültimedya araçları mevcutken, yurt ve dünyada neler olduğunu ve gündem, politika, ekonomi, kültür-sanat haberlerini yayma hedefiyle kurulan gazetelerin kuruluş amaçlarından şaşmalarını doğru bulmuyorum. Bana kalırsa politika ve ekonomi gündemi değil, magazin haberleri takip etmek bir kişisel tercih olmalı.
Tüm bu karşılaştırmalar ve yeniliklerin ışığında bir değerlendirme yapılırsa, iPad gazeteleri ve tabloid haberciliğin yerli ve yabancı basına çok gerekli bir renk katacağını düşünüyorum. Onlarca yıldır, aynı manşetler, tasarım ve tarzla hareket eden yazılı gazete basınımız ve ondan daha da beter konumda olan “özetin özeti” internet gazeteciliği; az , öz ve “kaliteli” haber yapan tabloidlere ve iPad gazetelerine devretmeli bayrağı. Şu anki yegâne merak unsuru ise; tüm dünya okurunun bu değişimin gerekliliğini ne zaman fark edeceği.   

24 Nisan 2011 Pazar

Doktor Lecter Kendisi için Geri Döndü!

Geçtiğimiz Şubat ayında İletişim Yayınları’ndan çıkan beşinci kitabı Karanlık Oda ile okuyucusunu en gizli korkularıyla yüzleştiren Hakan Bıçakçı; edebiyatımızda örneklerine seyrekçe rastladığımız psikolojik gerilim türünü insanımıza sevdirmeye kararlı gibi gözüküyor.

1978, İstanbul doğumlu genç yazar; 2001 yılında Bilkent Üniversitesi İktisat Bölümü’nü bitirerek oldukça üretken bir yazarlık kariyerine adım atmışa benziyor. Bıçakçı on yıl içerisinde kaleme aldığı beş farklı roman ve sayısız edebiyat dergisinde yayınlanmış çalışmalarıyla edebiyatımızın en başarılı yazarlarından biri olmaya aday.

2007’de yayımlanan romanı Apartman Boşluğu’nda ilham arayan bir müzisyenin akıllılık ile delilik arasında beslenen sanatsal yanını anlatan Bıçakçı, bu kez de kendine dönük bir yamyamlık durumu içerisinde bulunan bir fotoğraf sanatçısının arada kalmış ruh halini ele alıyor. Apartman Boşluğu’nun ana öğeleri olan kâbuslar ve akıl oyunları Karanlık Oda’nın da iç karartıcı ve gergin tonunu yaratan unsurlar. Romanlarında gündelik hayat içerisindeki gizli gerilimi bir tür edebiyat aracı olarak kullanan yazar, “Benim derdim gündelikle” diyor ve ekliyor: “Öyle ortada bulunan, hemencecik seçilebilen büyük dramları sevmiyorum.”

Roman fiziksel olarak kendini yiyen bir fotoğrafçının tuttuğu bir rüya günlüğü kimliğiyle okuyucuya sunuluyor. Roman boyunca kahramanın ne zaman uyanık ne zaman rüyada olduğunu bir türlü kestiremiyor okuyucu; tıpkı isimsiz karakterin kendisi gibi. Büyük bir sergiye hazırlandığından ötürü sanatçı kaygıları taşıyan; üstüne üstlük bir de nefret ettiği alışveriş merkezlerinden birinde fotoğrafçılık yapan karakterin arada kalmış ruh hali, kimlik bunalımı ve bunların getirdiği dış dünyaya yabancılaşma hissi sayfaları çevirdikçe; adeta kendi hayatlarımızdan kesitlerin, en gizli sırlarımızın önümüze konduğu korkunç bir şakaya dönüşüyor.

Karakterin bir ismi olmayışı ise; romanın ikinci bölümünde karşılaştığımız neredeyse komik denebilecek göndermelere zemin hazırlıyor. Kahramanın sergi için hazırladığı çalışmaların, çoğu sanat eserinde olduğu gibi “İsimsiz” şeklinde sunulması ince düşünülmüş, zekice bir ayrıntı. Başkahramanın bir fotoğraf sanatçısı olması da okuyucunun gözden kaçırmaması gereken bir nokta. Durdurmayı başaramayacağımız belki de tek unsur olan zamanı yakalama gücüne sahip fotoğraf makinesi; hayatın sürekliliğine meydan okurken, bir yandan da bizleri yabancılaştıran bir araç. “Fotoğraf sanatı” bir bakıma sürekli olarak anılarını ve hafızasını yoklayan, ancak tüm bu çabaya rağmen etrafından tamamıyla soyutlanmış olan başkahramanın en yalın haldeki karakter çözümlemesi.

Yazarın diğer romanlarına kıyasla, Karanlık Oda karakter ve olay sayısını ince bir elekten geçirmişe benziyor. Şizofren bir başkahramanın, çevresiyle kurduğu sınırlı iletişim ve aklından geçen sınırsız düşüncenin okuyucuyla buluştuğu bir roman bu. Roman için seçilen isim ise karakterin iç dünyasının yanı sıra; profesyonel hayatı nedeniyle sürekli bulunması gereken dışarıdaki dünyayı da yansıtabilmesi açısından tek kelimeyle mükemmel bir seçim.

Yazarın romandaki korku unsurlarını ve fantastik öğeleri gündelik olaylar ve mekânlar ile kısıtlı tutması da romanın okuyucu üzerinde bıraktığı etkiyi bir hayli arttırıyor. Kendinizi en güvende hissettiğiniz mekânların orta yerine inşa edilmiş bir korku tüneli içerisinde buluveriyorsunuz.

Bıçakçı romanını başkahramanın ağzından, bilinç akışı şeklinde kaleme aldığından roman samimi bir üslup taşıyor ve argo kullanımı oldukça sık olarak okuyucu karşısına çıkıyor. Yazarın dili oldukça sade ve duru. Kısa cümleler kurmaya özen gösteriyor yazar. Düşüncelerini ifade etmekte zorlanan, ciddi bir iletişim problemi yaşamakta olan karakterine uzun, sanatlı, karmaşık cümleleri yasaklıyor adeta.

Çorbacıdan alışveriş merkezine, kahramanın ara sıra görüştüğü karakter Ebru’nun dairesinden otel odalarına uzanan romanda hiçbir bölüm, hiçbir kelime boşa gitmiyor. Yavaş yavaş kaçınılmaz sona doğru ilerliyorsunuz. En kibar tabiriyle bir “deli” nin dehşet verici ve keskin portresi; Karanlık Oda, geceleri gündüzlerinin içine akan başkarakter gibi, kendi hayallerinizi gerçekleriniz içinde eritmenize yol açacak, akıcı, genç bir roman.         









19 Nisan 2011 Salı

14 Years Like a Movie

Istanbul is getting ready to host an international documentary film festival gathering directors from Turkey and around the globe. Under the sponsorship of Beyoğlu Municipality, the 14th Istanbul International 1001 Documentary Film Festival starts on June 29th 2011.

Many of us are aware of the fact that documentary viewing is not really the most popular activity in Turkey, especially among high school and college students. Since documentary film-making is not completely developed and well advertised, the audience simply does not know what to expect and gain from a documentary film. Bilgi University student Nilay Ozenç explained: “When I hear the word ‘documentary’, I immediately think of lions and wild life on the Discovery Channel. I do not even know why people would buy tickets to watch that at a festival. This does not exactly qualify as art”. Deniz Onat, Istanbul Commerce University student added: “To be honest, I cannot sit through an entire documentary film. I have never watched one that did not make me want to reach for the remote”.
Personally, how I felt about the documentary films was not completely different from the college students I have spoken to, not until I have ended up at the last year’s festival. The 13th 1001 Documentary Film Festival did reform my opinions on documentary film-making. The memories of hippie looking adults, college students at the gates carrying funny signs of environmental sustainability, colorful brochures on the floor, the terrible smell of street pop corn and the car horns that aim to get rid of the Greenpeace activists who were blocking the road at the rush hour are still vivid. Last year’s theme, the original ideas and creativity of the directors showed me that documentary film viewing can actually be really fun. For everyone who likes watching documentaries or wants to rebuild ideas towards them should check out the 14th International 1001 Documantary Film Festival. Here is what awaits you.  

  
This year’s festival director Mustafa Ünlü said they made some changes and reduced the number of films. “We have raised the bar in a sense. The films will be screened in a narrower area between Tünel and Galatasaray. In this way, viewers will have a better chance to interact with each other,” he said. The festival will have 68 films by directors from 24 countries including Turkey, the United States, Germany, Iran, Argentina, India, China, Ireland and France. 

Documentary Makers’ Union President Semra Güzel Korver said the festival, which was first organized in 1997, had hosted nearly 200 documentary makers from 56 countries and screened more than 1000 films. “The festival has created a high-quality documentary viewer profile in Turkey. Many television channels have begun to produce and show documentaries as well,” she said. 


 For this year’s festival, Tünel Square in Taksim will turn into a festival area and films will be screened in nearby movie theaters including the Muammer Karaca Theater, the Tarık Zafer Tunaya Culture Center and the Goethe Institute. Screenings on the Anatolian side will take place at the Nazım Hikmet Culture Center in Kadıköy. 

A new section has been established at the 14th International 1001 Documentary Film Festival: Cinema Laboratory, created by Ersan Ocak. Ocak explained that the laboratory is designed as a platform for discussing the latest experiments in cinema and particularly in documentaries. In this section, the “newness” of the forms and modes of documentary will be captured by looking at and discussing them from different perspectives.
Cinema Laboratory that began with three seminars last year will expand this year. In addition to new seminars, there will also be a special screening and exhibition program that involve new and experimental works of documentary filmmakers from around the world. The aim of the laboratory is not only to bring together the filmmakers from all over the world, who experiment to discover new forms and modes in cinema, but also to establish a platform for the discussion of new forms and modes with audiences. 



This year’s festival slogan is “Seven Colors in the Mirror of Truth.” True-life stories about war, violence, social depression and the people who experienced or resisted them will be screened under the title “Black Section” while the “Red Section” will show the working conditions of laborers around the world. Other titles will be the “Orange Section,” showing modern day stories from around the world. “Yellow Section,” featuring films on migration; the “Blue Section,” featuring ordinary stories about extraordinary people and extraordinary stories about ordinary people; the “Purple Section,” featuring films on how geography, climate and society influence culture; and the “Green Section,” featuring films about the struggle for a sustainable world. 

Most of the Turkish documentaries in the festival program and all of the foreign documentaries were made in the last two years and will be shown for the first time in Istanbul. Directors will join the festival and share their experiences with the audience for 45 minutes following the screening of their films. 

One of the most interesting productions of the festival will be a 24 hour documentary project. On Sept. 5, 2009, 80 camera teams followed the adventures of various residents of the German metropolis for a day and a night. The makers of this film The Schneider brothers explained that they wanted to find out about modern life in Berlin. “The cameras follow many different kinds of people, ranging from a call center employee to a drug addict to the city's governing mayor. From life to death, from love and sex to loneliness,  the 24 hour long documentary is an ode to the city of Berlin.” Said one of the producers Tobias Schneider. The documentary, which was previously shown on a German TV channel, will start to screen on June 30th  at Goethe Institute at 6 a.m. and finish at 6 a.m. the next day.

The festival program seems to be evolved compared to last year’s events and many citizens of Istanbul are very excited to see the themed documentaries. At a press conference held this week at the Beyoğlu Art Gallery, Beyoğlu Mayor Ahmet Misbah Demircan said Turkey’s first and longest documentary festival has become a driving force for documentary filmmaking in Turkey. “The festival, which does not have a competition, has succeeded in becoming a common meeting platform for Eastern and Western documentary makers, Istanbul again achieves to connect East and West. Its is unbelievably satisfactory to see that our beautiful city is now doing this through high quality art. ” 

7 Nisan 2011 Perşembe

Clearly Punk's not Dead!

Tam tiyatro sezonu sıkıcılaşmaya başladı diye düşünüp, neler kaldı sevgili yönetmenler ellerinizde diyerek göz ucuyla kataloglara, programlara baktığımız sırada DOT tiyatrolarından hepimizi ters köşeye yatıran, soluksuz izlediğimiz inanılmaz bir oyun daha; Punk Rock! Bildiğim kadarı ile oyun sahneleme deneyimi olmayan Rıza Kocaoğlu'nun oyunu sahneye koyacağını, oyuncu kadrosunun çoğu henüz öğrenci olan genç bir gruptan oluşacağını ve canlı müzik performanslarına yer verileceğini okuduğumda 'Punk Rock'a karşı süphe duymuştum, doğru. Ama her zaman olduğu gibi Dot yine ne denli profesyonel bir grup olduğunu ortaya koydu. Hayat boyunca etkisi altında kalacağımı düşündüğüm; cesur, dokunaklı, keskin  bir oyun sundu izleyicisine.




Simon Stephens'ın Punk Rock'ı  Birleşik Krallık'ın Stockport kentinde özel bir okulda okuyan bir grup liseli gencin hayatını anlatıyor.  Aileleri tarafından yalnızca akademik başarıları ve aile ismine olan bağlılıkları ile değerlendirilen gençlerin keskin ve kalp kıran isyanı; sahne tasarımından, müzikal performanslara, oyunculuktan çevirinin kusursuzluğuna kadar seyirciyi sarsmayı başarabilen bir tiyatro şöleni. Kendilerinden babalarının miraslarına saygı göstermeleri, sürekli mutlu ve iyi görünmeleri ve A plus bir ortalamaya sahip olmaları beklenen yedi gencin korkuları, kıskançlıkları, kendileri gibi olmayanı küçümseme istekleri ve tüm bunlar yetmezmiş gibi cinsiyet hormonlarının da kötü zamanlaması her yaştan izleyiciye ulaşmayı başarabiliyor. Gençlerin içinde bulunduğu kaos; olanları sorgulayarak daha az problemli bireyler hallerine gelmelerini önleyerek karakterleri agresifleştiriyor; ve ironik bir şekilde bir türlü uyuşamadıkları ama içinde yaşadıkları dünyaya karşı konumlanıyorlar. Bu dünya ile barışmak yerine şiddet eğilimi göstererek kendilerini koruyorlar. Stephens'ın oyunu Gus Van Saint'in Elephant filmi ile bağdaşıyor. Amerikalı sosyologların sürekli işaret ettikleri gibi başarıya endeksli bir model büyük boyutta kendi şiddetini yaratıyor.

Oyun bir kafes içinde oynanıyor, sahneler ise birbirine canlı performans ile bağlanıyor. Şarkılarda da haykırıyor gençler. Sanki o kafesi parçalayıp çıkmak istiyorlar. Rıza Kocaoğlu oyunu çok iyi sahnelemiş. Burada Pınar Töre'nin kusursuz çevirisinin de büyük payı var. Hiç bir sahne boşa gitmiyor. Adım adım kaçınılmaz sona doğru ilerliyoruz.

Oyunculuklar harika. Ama tabii akılda en çok rolü nedeniyle William'ı oynayan lise arkadaşım Hakan Kurtaş kalıyor. Şu an Mimar Sinan Üniversitesi tiyatro bölümünde öğrenci olan Hakan Kurtaş'ı eminim ileride çok seyredeceğiz. Hem oyunculuğu, hem fiziği, hem de müzikal performansı ile tek kelimeyle olağanüstü. Chadwick ise yine öğrenci olan Mehmetcan Mincinozlu tarafından canlandırılıyor. Mincnozlu gerçekten de bulunmaz bir yetenek. Üstelik canlı performansta bateri de ona emanet. Şeytan tüylü oyuncu diye tanıyacağız onu bundan böyle. Çok zarif bir insan. Diğer dört oyuncu da süperler.

Sezonun ,şu ana kadarki en iyi oyunlarından olan Punk Rock; Tiyatro 0.2 nin sahnelediği Korku Tüneli (The Picthfork Disney) ile başı çekmekte. Oyun sonrası kendimizi; tamamen hikayeye kaptırmış vaziyette uzun bir süre oyundan ve oyunculardan konuşur bulduk.

Siz de sezondan sıkılmaya başladım diyorsanız mutlaka Punk Rock salonunun en ön koltuğunda yerinizi alın. Oyun Haziran sonuna kadar G-Mall'da sahnelenmeye devam edecek.

1 Nisan 2011 Cuma

68 Mayısı vs. 2011 Nisanı


 68 Paris’inin kaldırım grafitlerinin de söylediği gibi barikatların yalnızca sokakları kapayıp yollar açtığı, hayal gücünün gerçekliğe karıştığı, satılan mutluluklarını çalmak isteyen kırmızı bereli kızların, uzun saçlı, yuvarlak gözlüklü gençlerin, yaşam felsefeleri; ‘Hiçbir şey yapma, mutlu ol!’ olan bir neslin, felsefeleriyle çelişerek pek çok şey yaptığı  bir dönem; 68 Mayısı. Rolling Stones’un Street Fighting Man’inin ve Bertolucci’nin üç kişilik ensest aşk hikayesi The Dreamers’ının  ilhamı, kimilerinin ‘devrim’, ‘kimilerinin bunalım’, kimilerinin de ‘katılım’ olarak tanımladıkları bu enternasyonal çığlık ne için yapılmış bir çağrıdır? 68 Mayısı nedir ve günümüz dünyasını nasıl etkilemektedir?

 ‘Post-68’ şeklinde tanımlanabilecek ‘68 sonrası bir dönem’den geçmekte olan bizler; şu an 68in doğurduğu temalarla yaşamaktayız. Bu açıdan bakıldığında 68; ahlaki ve kültürel bir sıçrayış olarak karşımıza çıkmakta, dönemde ‘tabu’ olarak nitelendirilen kavramların sokağın kendisinin ve daha da önemlisi siyasetin kapsamı içinde yer alması olarak tanımlanmaktadır.

68 hareketinin ne olduğu, hareketin amacından çok sonuçları ve etkileriyle açıklanmalıdır. Tanımlanmaya çalışıldığında; 68 ‘bir sahne değişikliği’ olarak algılanabilir. Nasıl bir sahne, nasıl bir değişiklik? 68 Mayısı siyaset sahnesini –siyasetin konuları- esnetmiş, bükmüş ve yeniden yapılandırmıştır. Savaş sonrası dönemin getirdiği ekonomik buhrandan ötürü ekonomik sorunların hakim olduğu siyaset sahnesi, 68 kuşağının çabaları ve dünya görüşleriyle yeniden inşa sürecine girmiş, siyasi özgürlüklerin yanı sıra; kültürel ve ahlaksal diyebileceğimiz sorunlar ve hak taleplerinin tartışıldığı, elli yılı aşkın bir süredir savaş korkusu, totaliter rejimler, ırkçılık ve seksüel bastırılmışlık kavramlarının köleleri olmuş öğrenci, işçi, öğretmen, aydın vb. grupların ‘Hangi alanda özgürlükleriniz varsa, hepsini istiyoruz!’ çığlığıdır 68.

‘Siyasetin konusu nedir?’ sorusu, ‘Sosyal hayatın tüm unsurları.’ cevabını almaya 68 hareketi ile başlamıştır. 68 modern hayatın yeni bir çağ açışı ve insanları yepyeni toplumsal çatışmalarla tanıştırışıyla anlam kazanmıştır.  Sheila Rowbothom’ın '68 ve Kadın Hareketi yazısı feminizm fikrinin yalnızca kadın-erkek eşitliği ve cinsiyet ayrımı tanımları gibi soyut, yüzeysel bir boyuttan, kaldırım taşlarının polislere atıldığı sokaklara, siyasi pankartlara taşınmasına ve nihayet üçüncü boyuta geçebilmiş olmasına değinmektedir. 68 hareketi yalnızca okullarında esen polis terörüne bir nokta koymak isteyen üniversite gençlerinin söylediği şarkılar değil, işçilerin, kadınların, eşcinsellerin, transseksüellerin de haklarını aradıkları bir arenaya dönüşmüştür. Peki aranan haklar ve istenen özgürlükler neye dayanıyordu? Dünyanın dört bir yanında sokaklara dökülen milyonların peşlerinde oldukları şey neydi?

Tanıl Bora ’68 Ruhu Nedir? yazısında ‘...hem meslekten siyasetçiliği, hem de sınırlı ve önceden belirlenmiş dar siyaset faaliyet alanını aşarak, yaşamın her alanını siyasallaştırmak. Yani, toplumun siyasallaştırılması değil, siyasetin toplumsallaştırılması...’ [1]kavramının önemine değinmiştir. Siyasetin toplumsallaşması kavramı anlaşılacağı üzere ‘toplumsal’ın bayrağı devralması, birey sorunlarının ön plana çıkması, ve bireylerin tekil olarak harekete geçebilmesiyle mümkün olmaktadır. 68 hareketi işte bu noktada devreye girerek, senkronize eylemleriyle şehirleri, ülkeleri, kıtaları sarsmış, 68 kuşağı ise; devlet işleyişini ve bakış açısını eleştirerek ötekileştirildikleri toplumu kritik yapmaya ve eleştirel düşünmeye zorlamıştır. Tanınma ve hak elde edebilme ideası, 68 kuşağının motivasyonu olmuş ve tüm kuşağı özneler olmak durumunda bırakmıştır. Tüm bunlar göz önüne alındığında, 68 kültürel ve ahlaki birikimi yeterli olan ülkelerin tümünde ses getirmeyi başarabilmiş, demokrasi ve modern düşüncenin gelişimine katkıda bulunmuştur.

Peki bir devrim olarak 68 ne anlama gelmekteydi? Hareket daha önceden belirlenen ‘Devrim’ modellerinden hiçbirine uymamaktaydı.[1]  De Gaulle’ün kendisinin dahi ‘kavranılamaz’ olarak nitelediği 68 hareketi; daha önce de belirttiğim gibi açıklamalarla değil, sonuçları ve getirileriyle tanımlanmalıdır. Habermas’ın ‘68 Mayısı?’ sorusuna cevabı, her şeyden yirmi yıl sonra CDU’nun aileden ve gençlikten sorumlu kadın bakanı Rita Süssmuth’a işaret etmek olmaktadır. Habermas; ‘68’den önce bir CDU hükümetinde bir liberal kadın politikacı zor yer alırdı.’[2] şeklinde eklerken de haksız değildir.

68, Rita Süssmuth örneğinde de görüldüğü gibi pek çok radikal değişime sebebiyet vermesine rağmen neden bir devrim olarak nitelenememektedir? 68 Mayısı, gerçekten de daha önceden yapılmış devrim tanımlarına uymuyordu. Daha önce tanık olunan ‘devrim’ lerin aksine, 68 hareketinde, tüm devrimlerin başrol oyuncusu olan yokluk bir etken bile değildi. Peki bu devrimcilik ruhu nereden gelmekteydi?  Devrimciler, ‘Devrim için ölmek değil, onun sayesinde yaşamak istiyorlar, dünyayı değiştirmeyi düşlerken işe kendi hayatlarını değiştirmekten başlıyorlardı.’ 




68’e kadar tanık olduğumuz tüm devrimler belli bir sınıf tarafından, başka bir sınıfı aşağı çekmek amacı taşımaktaydı. 68’e bakıldığında ise; bu anlayış ve motivasyonun tam tersi bir yaklaşımla karşılaşmaktayız. 68 ne bir işçi hareketi, ne de bir öğrenci hareketiydi. Buna ek olarak yalnızca tek bir mesaj da içermiyor, dünyaya sosyal, siyasi, ahlaki vb. pek çok alanda yepyeni görüşler sunuyor, insani yapıları yeniden inşa etmeyi başarabiliyordu.

68liler belli bir sınıfa karşı ayaklanmıyor, ‘sınıf’ fikrine karşı birleşmeye çalışıyorlardı. Tüm dönem gözden geçirilecek olursa bir öğrenci hareketi olarak başlayan olaylar ve eylemler zinciri; öğrencilerin işçi sınıfının tüm eylemlerinde aktif olarak bulunması ve işçileri haklarını aramaları konusunda teşvik etmeleriyle devam etmiştir. 68 kuşağının hayatın her alanında görüşler belirtmesi ve sınırsız özgürlük için çabalaması bu hareketi klasik ‘devrim’ tanımından farklı kılan bir başka unsuru daha ön plana çıkarmaktadır; Fransa, Almanya hatta ve hatta Vietnam Savaşı nedeniyle kamuoyu saldırısı altında olan Amerika Birleşik Devletleri bile bu farkındalık ve değişim ruhunu toplum olarak ulaştıkları seviyeye borçluydular.


İşte 68’i diğer devrim hareketlerinden ayıran en önemli özellik de budur. 68 dayanılamaz yaşam standartlarının, devrim uğruna ölmeyi göze alanların, ayaklanmaktan başka çaresi olmayanların hareketi değil; yaşanılan hayatın nasıl iyileştirilebileceğine yönelik, kültürel ve ahlaki anlayışın geliştirilmesi gerektiğini düşünenlerin entelektüel miraslarının sonucudur. Dünyanın dört bir yanındaki 68lilerin farklı amaçlarla yola çıkarak, farklı sonuçlar elde etmelerinin temel sebebi de budur. 68; toplumların benzer idealleri farklı dillere ve problemlere tercüme etmelerinin, ülkelerin kültürel birikimlerinin yeniden değerlendirilmesinin bir ürünüdür. İşte bu yüzden de herkes kendi 68'ini yaşamaktaydı.

Nazizm korkusuyla tir tir titreyen ve kendilerinden önceki neslin hataları altında ezilen Alman gençliği Frankfurt Okulları’yla, üniversite çağındaki gençlerin nedensiz yere silahlarla Vietnam’a yollanması ve ilham verici figür Martin Luther King’in suikastıyla baş etmeye çalışan Amerikanlar hippi yaşam tarzıyla, idamlarıyla tüm ülkeyi kaos ve yasa boğan Denizler ve takipçileri ise dağları ve kahvehaneleriyle yaşıyorlardı 68 Mayısını; ancak büyük final sahnesi ‘  Soyez réalistes, demandez l'impossible.’ –Gerçekçi olun, imkansızı isteyin!- diye haykıran Paris sokaklarında gerçekleşmişti. İmkansız gerçekleşmediyse de gerçekleşebileceği kanıtlanmıştı tüm 68 ideallerinin. 17 Mayıs 1968’de 200000 işçi grevdeyken, bundan yalnızca birkaç gün sonra bu rakam iki milyondan on milyona kadar yükselmiş, Fransız işgücünün yaklaşık olarak üçte ikisi çalışmayı bırakmıştı. Öğrenciler, öğretmenler, aydınlar vs. işçi haklarını savunabilmek için meydanlarda bir araya gelmişler, Paris, çağ açıp kapayan devrimci ataları gibi 68’de de muhteşem bir organizasyon ve bütünlük sergilemişti.

Fransa’nın şu anki politik konumuna bakıldığında, 68 kuşağının savunduğu ve uğrunda savaştığı tüm değerlerin, -her alanda açık fikirlilik, emeğe saygı, barış özlemi vs.-, bir hayli değiştiği görülmektedir. 68’in gelip geçici bir adrenalin şoku olduğunu düşünenler ve tüm olayların büyük bir başarısızlık olduğunu söyleyenler tezlerini bu gerçekler üzerinde şekillendiriyor olabilirler.


Günümüz üniversite gençleri iş bulabilmek ya da devlet hizmetlerinden yararlanma haklarını kaybetmek konularında endişelenir, Nicolas Sarkozy 68 hareketine ‘anarşi ve amaçsal görecilik’ etiketlerini yapıştırırken döngü tekrar tersine dönmüş, yaşamsal, ekonomik faaliyetler felsefi aktiviteleri minimum düzeye çekmeyi başarabilmiştir.

Ne kadar vahşi ve zor olsa da, hepimizin hayatlarımızın çeşitli dönemlerinde 68lere ihtiyacımız olduğuna inanıyorum. 68’in kaosu ve şiddeti değil, dünya görüşü ve tutkusu burada bahsettiğim. 68 kuşağının entelektüel birikimi ve cesareti özellikle günümüz dünyası için hayati önem taşımaktadır. Nisan 2011'e baktığımızda bugün; Orta Doğu hareketi ile gurur duymalı, halk gücüne sonuna kadar inanmalıyız, yine... Bu kaotik devrimden 48 yıl sonra, 45 yıllık diktatörleri taşlamayı başaran komşularımıza şapka çıkarmalıyız, yine... Örnek almalı, sorgulamalı, okumalı, tepki vermeliyiz, yine...Bu önemi kavrayabilmek için maddi olmayanı ve şu an ülkemizde varlığını hissedemesek de hala bizlerde olan değerleri hatırlamalı ve tanımalıyız. Unutmamalıyız ki gerçekten de "Kaldırım taşlarının altında kumsal vardır".

[1] Bumin, K. (1998, Mayıs). ’68 Türkiye’de yaşandı mı? Birikim, 109, 61.
[2] Bumin, K. (1998, Mayıs). ’68 Türkiye’de yaşandı mı? Birikim, 109, 61
[3] Bumin, K. (1998, Mayıs). ’68 Türkiye’de yaşandı mı? Birikim, 109, 62.



[1] Bora, T.(1998, Mayıs). ’68 ruhu nadir? Birikim, 109, 92-95.