29 Ekim 2010 Cuma

TRICK-OR TREAT?


İşte yine yılın bu zamanındayız...

Gerçek bir ucube gibi giyinmenin yalnızca hoşgörüldüğü değil, aynı zamanda şiddetle tavsiye edilerek desteklendiği yılın tek gününde... Balkabaklarının oyulduğu, diyabet ile boğuşanların acil servisleri doldurduğu, herhangi bir günde komşularıyla göz göze gelmekten dahi kaçınan Amerikanların yabancılara günün anlam ve önemine uygun olarak tasarlanmış envai çeşit şekerlemeler dağıttıkları, alışveriş merkezlerinden kişisel konutlara kadar her yerin örümcek ağları, zombi maskeleri, iskelet maketleri ve buna benzer gotik, dekoratif ürünlerle kaplandığı yılın bu ilginç gününde. Amerikanlar bu güne ‘Halloween’ adını takmışlar. Ülkemizde ise bu eğlenceli çılgınlığın adı Cadılar Bayramı.

31 Ekim Cadılar Bayramı Kuzey Amerika, İrlanda ve Britanya’da aktif olarak kutlanan geleneksel bir gün. Nereden çıkmış bu Haloween kültürü? Neden bu kadar popüler? Daha da önemlisi neden İstanbul’da bugün için özel olarak planlanmış, otuzdan fazla temalı parti düzenlenmekte?

Cadılar Bayramı’nın da çıkış noktası -Amerikan dünyasındaki pek çok özel gün için de geçerli olduğu gibi- yine dini boyutlara dayalı. Topyekün savaş döneminde evlenmelerine izin verilmeyen aşıkları buluşturan rahip Valentine’ın anıldığı, yılın en ticari kutlaması ‘Valentine’s Day’ yani sevgililer gününde olduğu gibi, korkunç gözükebilmek için yapılan tüketim çılgınlığı Cadılar Bayramı da; Samheinların ruhani törenleri Celtic’in düzenlendiği 31 Ekim gününe tekabül etmekte. Samheinler bu günün; ruhlar dünyası ile gerçek dünya arasındaki perdenin inceldiği, zararlı ve zararsız ruhların ve diğer paranormal varlıkların kendi dünyalarına sızabilecekleri bir gün olduğuna inanmaktalardı. Spirituel yönden çeşitlilik gösterdiğine inandıkları 31 Ekim gününde büyüklerin küçüklere masallar ve hikayeler anlattığı, klanların birlikte oturup dualar ettiği ve ortak kültürel mirasımıza katkıda bulundukları bugün, günümüz dünyasında çocukların en sevdikleri süper kahraman kıyafetlerine büründükleri ve komşu evlerinden şekerler toplayarak balkabağı üretimine destek verdikleri bir gün haline gelmiş bulunmakta. Buna ek olarak Cadılar Bayramı, Amerikan korku sineması için bir grup gencin hormonsal festivalinin maskeli bir katil tarafından kesilerek, kanlı bir katliama dönüşebilmesi için de bulunmaz bir atmosfer sağlamakta. Peki, Amerikan Rüyası’nın tüm can damarlarına hizmet eden bu ucube şovu neden ülkemizde Cumhuriyet Bayramı’ndan daha fazla ilgi görmekte?

Bugün 29 Ekim 2010. İlkokul birinci sınıftan beri bizlere empoze edildiği gibi, ‘bir dizi devrimler ve bağımsızlık savaşımız ile kurulan’ Türkiye Cumhuriyeti’nin 87. yıldönümü. 87 yıllık bir kahramanlık hikayesinin okullarda şiirler ve şarkılarla, sokaklarda bayraklarıyla yürüyen insanlarla, Çankaya’da düzenlenen resmi protokolle kutlandığı, halkımızın milli duygularının tavan yaptığı Cumhuriyet Bayramı. Bir soru daha sevgili arkadaşlar; 87 yıldır neyi kutluyoruz? Ve neden iki gün sonra kitlelerin eğleneceği, ülkemizle pek de alakası bulunmayan Cadılar Bayramı popülarite yarışında Cumhuriyet Bayramı’ndan daha çok kişiye ulaşabilmeyi başarabildi?

Bilincimin mental bir resim yaratabildiği ilk cumhuriyet bayramında, hayat boyu aktif üyesi olduğum okul korosunu hatırlıyorum. Yedi yaşında diyordum ki ‘Dökülen kanımızla, sönmez inancımızla, kavuştuk bizler sana, can veririz uğruna, gel tatlı şenliğimiz, gel kutlu benliğimiz.’ Biraz daha açıklığa kavuşturalım bu resmi. Ön dişlerim yokken ve daha önceden de belirttiğim gibi Örümcek Adam olmadığım travmasıyla boğuşurken bu      güfteler dökülüyordu bir grup birinci sınıf öğrencsinin ağzından. Hangimiz kan dökmüştük, hangimiz sönmez inanç ne demek biliyorduk? ‘Kutlu benlik’ kalıbına değinmek bile bu trajikomik tabloyu yalnızca biraz daha absürdleştirecek. Neler yaratılıyordu bizlerden, nasıl bir kostüm giydiriliyordu hala sabah kahvaltısını bitirmediği için azarlanan bu küçüklere?

Altıncı sınıf cumhuriyet bayramı...

Okul oratoryosunun vazgeçilmez elemanı ben, bu kez ‘Ölüm Kalım Savaşı Destanı Şiirleri’ okuyordum. on bir yaşında, cinsiyet farkını yeni yeni anlamaya başladığım günlerde, sanatsal kariyerimin zirvesinde, sahnede kollarımı yana aça aça, Azer Bülbül hissiyatıyla izleyicime aktardığım kısım bu kez şu şekli almıştı: ‘...Destanlar göverir tarlalarında, altın türküler boy verir. Bazen Karacaoğlan, bazen Yunus seslenir. Kanla boyanmış, yapış yapış pislik dolmuştu güzel yüzüm. Düşman kıyılarına vurmuştu Anadolu’m...’ Bu yoğun manifesto bu kez de bir cani maskesi takmıştı bana ve tüm tiyatro klübüne. Anlamasak da çoğunlukla söylediklerimizi, sahne egosu bulmuştu bu defa da bizleri...

Yirmi yaşında Taksim Meydanı’na çevirdim bu gün de gözlerimi. Yıllardır süregelen gelenek yine bozulmamış, insanlar Cumhuriyet Yürüyüşü adını taktıkları bu etkinliğe yeniden sarılmışlardı. Ellerinde Türk bayrakları, davullar, zurnalarla 10. yıl marşını benim on bir yaşındaki Azer Bülbül hissiyatımla söylüyorlardı. Bugün, cumhuriyetimizin bayramıydı. 87 yıldır süren yönetim sistemimize adanmış, milli, kitlesel bir vaziyet vardı ülkemizde. Yine şiirler okundu, şarkılar söylendi, yürüyüşler yapıldı, TRT büyük ihtimalle Rutkay Aziz’in başrolünü üstlendiği Cumhuriyet filmini yayımladı. Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül, geçtiğimiz günlerde Çankaya’da politika dünyası ve basın için elit bir resepsiyon düzenledi. Tüm halkımız ve yöneticilerimiz, Amerikanların Cadılar Bayramı’nda yaptığı gibi kostümler satın aldılar ve komşularına, tanıdıklarına şeker dağıtır gibi umutlar ve yalanlar dağıttılar.

Halloween günü çocuklar ‘Trick-or-treating’ dedikleri bir geleneği uygularlar. Kapı kapı dolaşıp ‘Trick or treat’ diye sorarlar ev sahiplerine. Bu trik ya da muamele şeklinde tercüme edilebilir. Bu demektir ki ya çocuklara doğru muamele eder ve beklendiği gibi şekerlerini verirsiniz ya da onların sizler için hazırladığı trik- yani kötü şaka-lara mağruz kalırsınız. Cumhuriyet Bayramı ve Cadılar Bayramı arasındaki benzerliği bulabildiniz mi? Ya da neden ülkemizde bu bayramın bu denli revaçta olduğunu?

Türkiye Cumhuriyeti Devleti vatandaşlarının çoğu 29 Ekimlerde bayraklarıyla sokaklara düşmeye bayılırlar, referanduma ‘evet’ demeye de. Resepsiyonlar ve balolarda olmaktan gurur duyarlar, ‘cumhuriyet’ tanımını bilmemekten de. Üniversite öğrencileri ‘87. yılımız kutlu olsun’ şarkıları söylerler hep ama ‘İsmet İnönü referanduma evet diyecekmiş ne düşünüyorsunuz?’ sorusuna ‘Bilemiyorum, yaşlı olduğundan fazla bir etki gösteremez’ diye de cevap verirler. 'Siz neden bahsediyorsunuz?' diyen bir allahın kulu yoktur hiç!

Sayfalarca anlamsız iddianameler yüzünden üç yıldır tutuklu olan gazeteciler, askeriye mensupları ve daha birçok aydınımız nerede diye sormazken, başbakanımız resepsiyon kostümüne istemeyerek bir kravat bağlarken, cumhuriyetin anayasasına ‘vuruş serbest’ iken neyi kutluyoruz? Hanefi Avcılar, Mustafa Balbaylar Silivri deki ‘modern toplama kampı'nda hapisken sokaklarda bayraklar açmak beş yaşındaki Emma’nın giydiği prenses kostümünden daha gerçekçi değildir! Halkımızın Cadılar Bayramı’na büyük ilgisi var, doğdudur; çünkü bizler 87 yıldır kıyafetler ve aksesuarlarla çok iyi işler başarıyoruz olmadığımız gibi davranmak konusunda...

Bu kadar kalbim kırık ve kızgınken dilim dönmüyor ‘Cumhuriyet bayramımız kutlu olsun, 87 yıllık çağdaşlık devrimimiz hep ayakta dursun!' demeye. Ancak diyorum ki ‘Tebrikler Türkiye Cumhuriyeti, bir Cadılar Bayramından daha AA ile geçtiniz. Kostümler, maskeler bir yana, tavırlar ve drama başarısı akademi ödülü layıkı. Tebrikler Cumhuriyet yürüyüşçüleri, unutmayın yalnızca bir günlük değildir vatandaşlık sorumluluklarınız!

Tebrikler hepimize ve nice mutlu bayramlara...

   
   

25 Ekim 2010 Pazartesi

Talihsiz Serüvenler Dizisi

Antoine de Saint Exupéry Küçük Prens’te şöyle yazmıştı: ‘Büyüklerin hiçbir şeyi kendi başlarına anlayamamaları ve çocukların her şeyi onlara sürekli olarak açıklamak zorunda kalmaları çok yorucu olabiliyor...’ Bu sözün doğruluğu yetişkinliğe adım attığım şu günlerde git gide daha da belirginleşiyor.
 Bilgi Üniversitesi’nde eğitimime başladığım günden beri ‘kim olduğumuz’, ‘ne yaptığımız’, ‘nereye ait olduğumuz’, ‘farklı kimliklerimiz’ ve bu kimliklerin bizlere yüklediği dış görünüş ve sorumluluklardan bahsediyoruz. Yirmi yıldır sıkça sorguladığımı düşündüğüm bu konular, geçtiğimiz üç hafta içerisinde farklı boyutlara taşınmaya başladı. Bugün insan portreleri çizmeye çalışan ben, en temel sanata geri dönmeye çalışarak, Da Vinci mantığıyla aynalara çevirmek istiyorum kalemimi.

‘Sen kimsin?’ sorusunun felsefe tarihi içerisinde cevaplanması en karmaşık sorulardan biri olmasının nedenini, yaklaşık on beş yıl önce okul öncesi eğitimime başladığımda anlamıştım. Anaokulu öğretmenimle derin bir tartışma içerisinde buluvermiştim kendimi. Bana ‘Merhaba, sen Pınar olmalısın’ diyerek de neyi kastediyordu? Özellikle ben, Örümcek Adam olduğumdan bu kadar da eminken. Beş buçuk yaş, kim olduğunuzu sorgulamak için oldukça erken bir yaş. Yetişkinlerin ne yapmaya çalıştıklarını sorgulamak ise tamamen kabul edilemez bir durum. Bunu öğrenmem ise Örümcek Adam olmadığım gerçeğinin getirdiği travmadan yaklaşık bir buçuk sene sonra, ilkokul birinci sınıfın ilk haftalarında gerçekleşti. Ata bakan Ali’nin, ılık sütünü içen Işıl’ın, topu asla ama asla almayan Ömer’in hepimizi rahatsız eden tekerrüründen sıkılarak öğretmenime okuma fişlerini kendi adlarımıza göre yeniden düzenleyip düzenleyemeyeceğimizi sorduğumda ‘anarşist birinci sınıf öğrencisi’ haline gelmiştim. Dünyanın zalimliği çok ama çok erken kapımı çalmıştı. Orta okulda yazdığım bir Pamuk Prenses parodisi yüzünden  disiplin suçlamasını da aldıktan sonra anlamıştım. Örümcek Adam, ata bakan Ali ya da hikaye anlatıcısı olmak kabul edilemez, affedilmez suçlardı.

Sanatsal bir kişi olduğuma olan inancımı henüz kaybetmeyen ben, hikaye sayfalarından, okulun sahnesine tırmanmayı denedim. Sahne üzerinde her şey olmak mümkündü. Daha da iyisi, kim olursanız olun kimse sizi bunun aksine inandırmaya çalışmıyordu. Yargılanmak, etiketlerle dolaşmak zorunda kalmıyordunuz. Evet, tamam yazılmış bir metin vardı elinizde belki ama, siz olmadan yazılanlar yalnızca sesi, yüzü ve bir duruşu olmayan siluetlerdi. Tüm bu sebepler, bana tiyatro sanatçısı olmak gibi harika bir fikir vermişti. Tüm hayatım boyunca sürdürebileceğim bir cadılar bayramı balosu, kesinlikle profesyonel yaşamım için en doğru karardı. İşte o an tekrar yetişkin saldırısına uğradım. Etrafımdaki yetişkinlerin tümüne yakını böyle bir meslek olmadığını iddia ediyordu. Tiyatro onlara göre farklı bir kategoride yer almaktaydı. Buna taktıkları isimse ‘hobi’ydi. ‘Pınarcığım, tiyatroyu her zaman yapabilirsin. Bir meslek sahibi olduktan sonra, mesela. Ya da üniversite yaşamın boyunca.’ Sıkça duyduğum yetişkin açıklamalarının başında geliyordu bu. Kafam karışmıştı, konservatuarlar bir ‘hobi’ yi icra edebilmek için bireyler yetiştiriyorlardı demek ki. Hayat bazen çok karmaşık bir hale gelebiliyor, evet.

Tiyatro sanatçılığı kapım da kapandıktan sonra, yeni bir amaç edindim kendime; gezgin olmak. Dünyanın her yerini görebilmekti en çok istediğim şey. İnsanların yaşamak için bir şeye tutkuyla bağlı olmaları gerek. En azından benim gözümde yaşayabilmeleri için. İlhan Selçuk şöyle yazmıştı ‘Yaşayan ölülerden değil, öldükten sonra da yaşayanlardan olmaktır marifet!’ Ne bilgece bir söz! Öldükten sonra da yaşayabilmek olmalı amaçlarımız...Ben de fikir ufkumu biraz daha genişletip, amacıma bir adım daha yaklaşabilmek için lise üçüncü sınıfta Amerika’ya yerleştim. Uluslararası Bakalorya eğitimi veren bir okula kabul edilerek bir süreliğine o güne kadar olduğum insandan uzaklara adımımı attım.

Uluslararası bir okulda öğrenci olmak ve yurt dışında eğitim almakla ilgili söylenen kalıplaşmış saçmalıklardan haberiniz var mı bilmiyorum. ‘Uluslararası anlayış’, ‘Sizin dışınızda bambaşka bir dünyanın olduğunu fark etmeniz’, ‘yeni bir vizyon sahibi olmanız’ ve buna benzer, yurt dışı eğitim acente kataloglarını süsleyen sayısız sloganlardan bahsediyorum. İşte o saçmalıkların tamamen doğru olduğunu, hatta ve hatta edindiğiniz deneyimin yetişkinlerin klişeleştirdiği o boş sloganlardan çok daha öte olduğunu, kendi eviniz, aileniz, diliniz, kültürünüz, esprileriniz, üzüntüleriniz dışına çıktığınızda anlıyorsunuz. Kendi kültür devriminizi yaşayıp, neler olduğunu tüm dünyayla paylaşmak istediğinizde.

İşte bu şekilde gazeteci olmaya karar verdim. Kendi dünyamın dışına çıkıp, ne kadar önemsiz olduğumu, hayalleri ve ideallerinden ödün veren yetişkinlerin kayıplarını, yanlışları ve doğruları anlatmanın ne pahasına olursa olsun yapılması gerektiğini anladığımda...
Asla büyümemek de kararımdı, olgunlaşmamak değil bundan kastım. Büyümek ve tüm yetişkinlerin bayıldığı ‘mantık çerçevesi’ ne konmak. Dünyanın tüm güzelliği renklerdeyken her resmin siyah- beyaz sergilendiği o mantık çerçevesi.

Exupéry haklıydı. Yetişkinlere her şeyi açıklamak zorunda kalmak bizler için çok ama çok yorucu olabiliyor bazen. Çoğunlukla da asla dinlemediklerinden. Önce onlar için üzülür devamlı bir uykuda olduklarını düşünürdüm, bunu düzeltebilirdik. Ancak, Gandhi’nin de dediği gibi ‘Yalnızca uykuda olan bir insanı uyandırabilirsiniz, ama bir kişi uyumuyor da uyuyor taklidi yapıyorsa, tüm çabalarınız nafiledir.’

Yazmak, anlatmak yine de yetişkinlere ulaşabilmenin vazgeçilmez yoludur, unutmayın! Bu yüzden ‘Gerçek önemlidir, onu söyleyin!’

21 Ekim 2010 Perşembe

Celebration

**This very special entry is dedicated to one of the greatest people I had the chance to know.**

Don't we all complain about 'the special days' only being invented for marketing reasons? Valentines day, mothers or fathers day, teachers day, new years, anniversaries... If there was no special day, who would actually go for the heart shaped 'I love you' pillows, scary looking stuffed animals or 'world's best daddy mugs' ?

On second thought, birthdays may be the cruelest of all. As your social network gets bigger, the time you spend on picking out birthday gifts and stressing out about a proper surprise birthday party location highly increases. Birthdays today are clear statements of how popular you are and how much your friends and family care about you. By 'how much', I mean 'how much' they have spent on your gift. Have you ended up with flowers and a fun(!) birthday card that says 'HAPPY BIRTHDAY, GRANDMA!'' when you turn 30, or a little shiny hoop on your finger that could feed the starving childs in Ethiopia?

Today, I'd like to talk about the special day of a very special person...

Mbumbijazo Katjivena was one of those people... One of those, whom you are absolutely certain after two minutes into knowing them, that they have something very special going on. Mbumbijazo- Mbumbii, as we call him- was a dear friend I've met while I was living in the US. He was from Namibia and he was able to keep his calm and smile under any type of circumstance. 'Admirable' would be his definition if he was on my Oxford dictionary.

Namibia is an extremely poor, developing South African country where people have unlimited wives and unlimited kids. Population: 2.1 million. Geological situation: Mainly deserts... Mbumbii once said, ''The more cows you have, the more chances for you to get the girl!'' I think this sentence says fairly enough about the mentality too. Mbumbii was three years older, and a class higher than me in the US. He has been living there for three years when I met him, it is his sixth year now. More importantly, he hasn’t been back home in these past years since the airline companies do not accept payments with farm animals. Even if they did, Mbumbii still would have to stay on the west side of the Atlantic.

Mbumbii’s dad has three wives –one legally- and 19 kids. Mbumbii once told me that his dad did not know some of his grandchildren. Although this situation made him sad, he still understood of course, since Mbumbijazo Katjivena was simply not capable of sulking or judging.

Mbumbii is an excellent soccer player, brillant student, lovable and popular friend and an amazing listener. The real question here is: ‘How? ‘ Someone who hasn’t been home in a very long time, has literally no money, has to work extremely hard to make it in the IB (International Baccalaureate programme) with no higher education background... During my four years into knowing him, he never complained about anything while we all have been bithching and whining about anything that moves.

I tried asking him the question ‘how’ many many times and he never failed to amaze me with his humble attitude. He used to say that he was just being this sublime to make the rest of us look bad, consequently he was actually the meanest...Although Mbumbii has all these great qualities I talked about, none of them explains why I’m writing this entry today. I’d like to share a moment we had about two years ago.

During the college application term for the seniors, I saw Mbumbii lying alone on the soccer field. He was thinking deeply and did look a little confused. I went over to sit with him and asked him what was wrong. Here is the conversation we had:

-         What’s wrong, Mbumbii?
-         Let me see, we’re both breathing, the moonlight looks perfect, the weather is a little chilly as it is supposed to be, so I’d say, nothing!
-         No, what’s with you?
Since he had listened to me and comforted me countless times, it felt a little weird that my personal saint was actually a little troubled. Mbumbii looked at me and said:

-         I’m thinking of applying early to Dartmouth.
-         I’m thinking you’re getting in early into Dartmouth! (Who could turn him down?!) Why Dartmouth, though?
-         My baby sister, Lilly thinks it has a funny name plus her favorite colour is green, just like Darthmouth’s.
-         Mbumbii, I’d have been a lot happier if you had said ‘’because Dartmouth is an Ivy League’’ or ‘’I have worked really hard, I deserve to go to Dartmouth.’’

Then, Mbumbi looked even sadder. He told me that he felt really bad for taking this scholarship in the US while his brothers and sisters were getting married to their own cousins back in Namibia, but the real reason was something else. Apperantly, earlier that day Mbumbii found out that his babysister did not know the date she was born. She had called him in tears and asked whether Mbumbii knew her birthday or not, but he didn’t. Since their mother had a lot of babies, she did not remember the birthday of her own daughter either. (He still hasn’t judged, of course.) Mbumbii told me that if he could get accepted to Dartmouth and get a full scholarship, he would choose that day to be her sister’s birthday. That was going to be his gift for his little sister. I looked at him and said:
-         Mbumbi, isnt’t that supposed to be your day, though?
-         It will be, when my babysister sings herself happy birthday for once.
There it was. Right there, I understood ‘the special days’ weren’t really about the hidious looking pillows, weird looking teddy bears or the overpriced rings. It was about feeling that we really were special and the people who care about us recognize it and celebrate their love for us. I also realized that receiving completely empty birthday messages from our facebook entourage was not a popularity symbol. It was really...nothing. People like Mbumbijazo Katjivena were the kind of people who would dedicate an entire 24 hours to you, so that they could have a chance to say ‘I love you’ and spoil you once a year just because you are too important.

On October 22nd 2008, Mbumbii and I opened the letter from Dartmouth, and there were no surprises there. Mbumbii had made it to Dartmouth with a full ride and the first thing he did was calling Lilly to name this day as her birthday.

Mbumbii has been studying in Dartmouth for two years now and one day he will turn into a great medical man to help the people in his region. And Lilly will be spoiled and loved by the greatest man on the face of the earth, since her entourage not only remembered but also earned this very special day for her...
 






17 Ekim 2010 Pazar

Felsefe 101, 05.30- Taksim Meydanı, İstanbul

Blog hazırlamadan önce ne hakkında yazmam gerektiğini uzun uzun düşündüm. Hayatımın en önemli tutkusu neydi? Yazabilmek için ilham almış herkes, bu tutkuyu nerede buluyorlar? Basit bir cevap; insanlar... Hepimiz başka insanlara duyduğumuz sevgi, saygı, aşk, tutku, acıma, nefret, kıskançlık, gıpta ya da bağımlılığı anlatabilmek için yazmıyor muyuz? En azından ben öyle yapıyorum.

Jean Paul Sarté '' Yalnızca insanda varoluş özden gelir. İnsan önce vardır, sonra da şöyle ya da böyle olur. Çünkü özünü kendi yaratır.'' demiştir. Ne kadar da haklıdır... En sevdiğiniz tatil oradaki insanlardan, en sevdiğiniz sanat eseri sanatkarın ustalığından, en sevdiğiniz şarkı müzisyenin dokunuşunundan, coşkuyla desteklediğiniz takım, sporcuların oyuna kendilerini adamış olmasından ''en sevdiğiniz'' olmamış mıdır? Benim içinse en sevdiğim günler, yeni insanlar tanıdıklarım olmuştur. Umarım en sevdiğim yazılarsa en güçlü insan portrelerini çizebildiklerim olurlar.

Che Guevara, Mustafa Kemal Atatürk, Mahatma Gandhi, Abraham Lincoln ya da sevgili babamdan bahsetmek değil amacım yazılarımda. Sizler ya da ben gibi önemleri uluslararası bir alanda tescillenmemiş,- yani henüz- isimleri önemli olmayan; ancak onlarsız bambaşka bir yolda ilerleyeceğinizi düşüdüğünüz insanlar anlatacaklarım. Sokaktaki adamlar. Sokaktan çıkıp, size dokunmayı başarabilen kendi kişisel Gandhileriniz...  

9 Ekim 2010 günü, tüm dünyayla paylaşmak istediğim bir hikaye ekledim 20 yıllık yaşamıma. Bunun için sanırım aksak İstanbul toplu taşıma sistemine ve Korkmaz Bey'e teşekkür etmeliyim.

9 Ekim günü sabaha karşı 5 sularında, Taksim'de bir partiden çıkmış, Üsküdar'daki evime nasıl ulaşacağım konusunda kafa patlatırken, altı derecede donma ihtimalimi hesaplıyordum. Acıkmıştım, yorgundum, hayat boyu olduğu gibi yine çok ama çok üşüyordum. Bir kafeden yiyecek birşeyler alıp Taksim Meydanı'ndaki otobüs durağına oturdum. Şans bu ya, durakta çay satıyorlardı. Şans bu ya, Korkmaz Bey'in aksine, benim o çaya verebilecek kadar param vardı... Bir arkadaşımla yaptığım telefon konuşmasını kabaca ve davetsizce böldü Korkmaz Bey:

- Size tapıyorum genç kız!
-Afederisiniz?
-Bir şey yok, size tapıyorum dedim. Çünkü tapıyorum.
-(Arkadaşıma) Sana biraz sonra geri dönebilir miyim?
Ve görüşmemi sonlandırdım. Nedenini bilmiyorum. Büyük olasılıkla akli dengesini yitirmiş olan bu yaşlı adamın bana tapıyor olması gururumu okşamıştı. Kimin ''sana tapıyorum'' demesi ilginizi çekmez ki? İnsanlar... Egolarımız tarafından ne kadar da ele geçirilmiş durumdayız, değil mi?
-Anlayamadım, beyefendi. Neden tapıyorsunuz bana?

İşte orada... Felsefeye giriş dersim başlamış oldu. Sofie'nin Dünyası bir saçmalık, Aristo'nun düzenleyici mantığı çocukluk, Platon'un devlet ideası koca bir yalan halini aldı. Korkmaz Bey herşeyi çözmüştü, bunun için sokaktaydı belki de...

Korkmaz Bey:

-Konuşmanız çok ilgi çekici, genç kız! Ne kadar da inanmadan öğütler veriyorsunuz arkadaşınıza!
Haklıydı.
-Oyuncu olmalısınız, ya da çok fazla hayat deneyiminiz olmuş.
Tam isabet!
-Ufacık bir pişmanlık duymadan yalan söylüyorsunuz dostunuza.
Ben bile yaptığımı bu kadar doğru ifade edemezdim. Tam kendimi savunmaya başlayacaktım ki; konuşabilmek için ciğerlerime doldurduğum hava boğazımda düğümlendi.
-Lütfen savunmayın kendinizi, size tapıyorum dedim. Tapıyorum da...
Hayranlıktan mı, şaşkınlıktan mı yoksa hiddetten mi bilmiyorum; kalakalmıştım karşısında. Kendisi benle konuşmak istediğini söyledi. Ona da tavsiyeler verebilirmişim, ona da kendini iyi hissettirebilirmişim belki.

Korkmaz Bey ünlü bir karikatüristmiş. 80 ihtilalinden sonra çok popüler olduğu yıllardan, Sokrates'e olan tutkusuna, eşcinsel ilişkilerinden, şu an yaşamakta olduğu gecekonduya kadar saatlerce konuştuk. Korkmaz Bey, uzun saç ve sakala sahip, kesik eldivenli, sigarası ve kitaplarına sarılı, paspal kıyafetler içinde, yalnız, koyu bir komünüst. Neredeyse komik denecek bir stereotip. Tüm bunlara rağmen, bana ne kadar mutlu olduğunu anlatırken sözünü kabaca ve davetsizce kestim. Ödeşme vakti gelmişti.

-Size tapıyorum, Korkmaz Bey. Ne kadar da güzel yalan söylüyorsunuz. En ufak bir pişmanlık bile duymadan hem de!

-Afedersin, genç kız?

- Birşey demedim. Sadece size tapıyorum dedim, tapıyorum çünkü.
Sessizlik...Beni anlamaya çalışıyordu büyük filozof ve sanatkar.

- Yalnızsınız Korkmaz Bey. Çok, çok yalnızsınız.

-Sizle konuştuğum için mi söylüyorsunuz tüm bunları, genç kız? Çünkü-

-Hayır Korkmaz Bey, benle konuşmanız bu yıl başınıza gelen en güzel şey olduğu için söylüorum.

-Sizi temin ederim ki--

-Kendinizi savunmayın Korkmaz Bey! Size tapıyorum dedim ya...

Öyle büyük bir kahkaha attık ki; o saatte dışarıda olan, olmak zorunda kalan ve sokaktan nefret edenlerin hepsi sanki ikimizi kıskanıyordu. Ben çok ama çok üşüdüğümü, Korkmaz Bey ise yalnızlığını unutmuştu çünkü. Üşümek de yalnızlık gibi insan zihninin oyunlarındandır. Üşüdüğünüzü unutursanız üşümeyi, yalnızlığınızı bir kenara koyarsanız, yalnız olduğunuzu unutabilirsiniz. Üşüdüğünüzü unutup, biraz kestirmek isterseniz ya da yalnızlığınızı Korkmaz Bey gibi paketlerce sigarada kaybetmek isterseniz ölebilirsiniz. İnsan zihni çok ölümcül de olabiliyor. Korkmaz Bey de bana tam bunu anlatıyordu, zihnimizin korkunçluğundan, onu çok fazla kullananların öldüğünden veya öldürüldüğünden bahsediyordu. Haklıydı. Yine, tam isabet...

Aramızdaki fark, benim üşümemin on beş dakika sonra kesilecek olmasına karşın, onun yalnızlığının benim ısınmamla yeniden başlayacağıydı. Bu bizi belki de düşman yapmalıydı; yapmadı. O an, belki beni en saf halimle görebilen tek kişi, bu 55 yaşındaki, yalnız, sarhoş, evsiz, eşcinsel sanatkardı. Bir insanı bu şekilde görebilmek bile onu düşmanınız yapabilir yine de...

Korkmaz Bey'i 15 dakika sonra o durakta bıraktım. Şu an ne yapıyor bilmiyorum. Kitapları ve sigarasıyla yalnızlığından kaçıyor olmalı. Bense onu hatırlamaya çalışarak üşümeye çalışıyorum aslında. Ne de olsa, bazen üşümek zihnimizi açık tutabilmek için hayati bir önem taşır. Onu tekrar görebilir miyim bilmiyorum. O gece konuştuğumuz ve eski bir arkadaşımın bana yakın zamanda hatırlattığı gibi, matematik bizlere ''aynı düzlemde iki doğrunun asla birden fazla kez kesişemeyeceğini söyler.'' Bu beni sevindirip, umutlandırıyor aslında; özellikle ikimiz de hayatımıza aynı düzlemde büyük zigzaglar çizerek devam ederken...

Pınar Palabıyık.

13 Ekim 2010 Çarşamba

Üniversite Öğrencisi Olmak

Ücretli eğitim ve özel üniversiteler eğitim özelleştirildiğinden bu yana, devlet üniversiteleri ile neredeyse her kulvarda karşılaştırılmıştır. Bugün ‘özel üniversite öğrencisi’ kimliğimi bir kenara bırakarak, geçtiğimiz hafta boyunca yaptığım gözlemleri objektif bir şekilde aktarmaya çalışacağım.

İstanbul Ticaret Üniversitesi


Ev arkadaşımın okulu İstanbul Ticaret Üniversitesi, bu şaşırtıcı gezintideki ilk durağımdı. İstanbul Ticaret Üniversitesi Üsküdar kampusu, iskeleye on dakika yürüme mesafesinde konumlanmış, modern bir binada eğitim yapmakta olan  özel bir üniversite. İsminden de anlaşılacağı üzere, üniversite; ticareti bilimsel bir platforma taşımak amacıyla 2001 yılında İstanbul Ticaret Odası Genel Sekreteri Profösör Doktor İsmail Özarslan tarafından kurulmuş. İticu, aynı zamanda Eminönü ve Küçükyalı’da da yerleşkelere sahip. Ziyareret ettiğim Üsküdar kampusunde Fen- Edebiyat, ticari bilimler, lojistik ve iletişim fakülteleri yer almakta.

Okulla ilgili ilk gözlemim, giriş- çıkış denetlemesinin çok katı olmasıydı. Öğrencilerin güvenliği üniversitenin ilk önceliklerinden. Giriş- çıkış yapabilmek için, manyetik öğrenci kimliği bulundurmak şart. Benim okula girişim ise; ev arkadaşımın bana benzeyen bir tanıdığının kartını kullanmamla mümkün oldu. Kampuste banklar ve öğrencilerin ders aralarında zaman geçirdikleri bir çardak var. Çardak, okulun tabir-I caisse tanınmış ve ‘popüler’ öğrencilerine ait. Bu bana, her grubun kendi masasına sahip olduğu ve sosyal statülerde geçişin asla mümkün olmadığı Amerikan lise filmlerini anımsattı ve sosyal hiyerarşinin yüksek akademik kurumlarda bile varlığını sürdürdüğünü kanıtladı. Çardakta uzun saatler geçirmeme rağmen, orada vakit geçirenlerin tümü aynı öğrencilerden oluşmaktaydı. Geriye kalan gençler ise banklarda veya okulun içindelerdi.

Ülkemiz genelideki özel okulların aksine, Ticaret Üniversitesi otoparkı yalnızca akademik kadronun kullanımına açık. Okulun öğrencileri, yıllık 15000 liralık bir eğitim ücreti ödemekte. Bu ücret, Türkiye özel okullarının genelinden daha düşük bir meblağ. Bunun sebebi, okulun İstanbul Ticaret Odası (İTO) tarafından destekleniyor olması. Vakıf sayesinde, üniversite daha geniş bir ekonomik yelpazeye hitap edebiliyor.

Tüm bunlara rağmen, kampusun sosyo-ekonomik görünüşü, klasik bir özel okul stereotipi. Öğrenciler, dış görünüşlerine dikkat etmekte, markalı giysiler, teknolojik ürünler ve aksesuarlar taşımak sosyal statü belirleyebilmeke.

Üniversite öğrencileri, ücretli eğitimin getirdiği bir takım avantajların da keyfini çıkarıyor. Okul, spor salonu, yüzme havuzu, fitness, bilgisayar labaratuvarı, geniş ve güçlü kaynaklara sahip internet destekli bir kütüphane, sinema salonu ve iletişim fakültesi öğrencilerinin kullanımına açık stüdyolara ve amfilere sahip. Üniversite, kayıtlı öğrencilerinin hepsine (burs miktarı ne olursa olsun) dizüstü bilgisayarlar sağlamakta. Sosyal hayat oldukça renkli. Hoşgeldin  partileri, bahar şenlikleri ve organizasyonlar vakıf desteği ve eğitim ücretleri sayesinde sıkça düzenlenebilmekte.

Üniversite ile ilgili değinilmesi gereken önemli bir nokta da 2009-2010 akademik yılındaki rektör değişiminin okula getirip götürdükleri. Okulun eski rektörü Ateş Vuran,  din ve vicdan özgürlüğüne saygılı davranıp, derslere türbanlı katılıma onay vermişti; ancak okulun öğrencileri, rektörlüğün ve müfredatın yer yer Atatürk karşıtı ve iktidar yanlısı propagandalar yürüttüğüyle ilgili açıklamalarda da bulundu. Yeni rektör ile birlikte, üniversite, türban ve laiklik konusunda bir reform sürecine girmişe benziyor. Okulun Fatih Üniversitesi’nden gelen sekiz dekan değiştirmesinin yanısıra, türbanlı öğrenci sayısı da büyük bir artışa geçmiş bulunmakta. Yeni rektörün politikaları içinde bulunduğumuz öğretim yılında belirginleşeceğe benziyor. Öğrenciler geçtiğimiz yıl düzenlenen 10 Kasım anma töreniyle ilgili ise; ‘Hiç yapılmasaydı, daha saygılı bir tören olurdu!’ açıklamasını yaptılar. Bu ise rektörlüğün politik tutumu ne olursa olsun, kabul edilemeyecek bir saygısızlık.

Üniversitedeki olanaklar ve yaşam biraz sonra bahsedeceğim İstanbul Üniversitesi’ndekinden oldukça farklı. İTUCU’de geçirdiğim gün içinde konuşma imkanı bulduğum öğrenciler ise okul hayatlarıyla ilgili şunları söylediler.

Yusuf Karaca (21, uluslararası ilişkiler) ‘Her gün otopark parası vermekten bıktım, tüm gün okulda olduğumdan otopark ücreti vermek zorundayım! Neden okulumuz otoparkına park izni olmadığını anlayamıyorum!’ derken, Cansu Demir (20, istatistik) ‘Okulumun yerinin çok merkezi olmasından memnunum; fakat okulumuzda sigara satışının olmaması ve kampuste alkol alınamıyor oluşu festival zamanında bazı arkadaşlarımızın eğlence anlayışıyla çelişiyor. Rektörün alkol ve sigara kullanımına bakışı, öğrencileri kısıtamakta. Genç yetişkinler olarak, bu karar bize ait olmalı’ dedi. Doğal Erdoğan (20, istatistik) ‘Öğretim üyelerinin alanlarına çok hakim ve tecrübeli olmaları bizler için büyük bir fırsat; fakat akademik kadronun %70i, Yıldız Teknik, Marmara ve Mimar Sinan Üniversiteleri gibi devlet okullarının öğretim üyeleri olduklarından, devamsızlık, ofis ve ders saatleri konusunda esneklik sahibi değiller. Bu durum da bizler için sorunlar yaratmakta’ dedi.

İstanbul Ticaret Üniversitesi’ndeki gözlemlerim bu verilere dayanıyor. Öğrencilerin şikayet ve memnuniyetleri, okul hayatları, siyasi görüşleri, popülarite yarışı Türkiye’deki özel okulların çoğuyla benzerlikler göstermekte. Yaşam ve eğitim hayatları bazı aksaklıklar gösterse de, okul öğrencileri genellikle üniversitelerinden memnun.

İstanbul Üniversitesi


İstanbul Üniversitesi, bambaşka bir üniversite hayatına adım attığım ikinci durağımdı. Bilindiği üzere İstanbul Üniversitesi 1870 yılında Darülüfünun-i Osmani adıyla kuruldu. Türkiye’nin ilk yüksek eğitim kurumu olan İstanbul Üniversitesi, toplam 80000 öğrencisiyle Türkiye’nin en büyük, en fazla fakülteye ve bölüme sahip üniversitesi. Okulun uzun tarihi geçmişi, öğrencilerinin ortak bir düşünce tarihi geliştirmesini sağlamış olduğundan; üniversite öğrencileri fikir belirtmek, propaganda, eylemler vs. gibi konularda oldukça radikal ve aktifler. Bu fırsat, özgür düşüncenin geliştiği üniversitelerde büyük bir ayrıcalık olmakla birlikte, ihtilal öncesinde pek çok öğrenci ve öğretim görevlisi için büyük sorunlara ve yıkımlara da yol açmaktaydı. Siyasi fikir ayrılıklarının daha kısık bir tonda olduğu 21. yüzyılda, üniversite öğrencileri daha rahat ve güvende olsalar dahi, tutkulu öğrenciler eleştirmek istedikleri her konuda hala aktif ve senkronize eylemler ve protestolar düzenlemekteler.

İstanbul Üniversitesi, iki yıl önce atanan rektör Yunus Söylet yönetimine geçtiğinden bu yana, karışıklık dönemine ufak bir dönüş yaşandı. Üniversitenin ilk haftasında, uzaklaştırma alan 11 öğrenci ve türbanın İstanbul Üniversitesi mentalitesinde kabul görmeye başlaması, bu tavrın laiklik karşıtı olduğunu düşünen öğrenciler tarafından ağır eleştirilere mağruz bırakılmıştı.

İstanbul Üniversitesi hukuk fakültesinde okuyan yakın bir arkadaşımın yardımlarıyla, Beyazıt Kampusu’nün kapılarından geçebildim. Beyazıt Kampusu, şehir merkezinde, yalnızca tarihi binalardan oluşan, görkemli kapısı ve sayısız güverciniyle devasa bir eğitim kurumu. Kampusun dört ayrı giriş kapısından, ikisi akademik kadro ve arabalara, diğer ikisiyse yaya öğrencilere tahsis edilmiş durumda. Güvenlik problemlerinin sıkça yaşandığı üniversitede, okul dışından bir misafirin okula girebilmesi oldukça zordu. Güvenlik görevlileri her öğrencinin öğrenci kartlarını büyük bir itinayla inceliyor, Avcılar kampusunden olanları bile okula alamıyorlardı. Bense, okulun öğrencisi olduğumu, ancak kartımın henüz hazır olmadığını söyleyerek, hukuk fakültesinde okuyan başka bir arkadaşımın öğrenci numarasıyla giriş yapabildim. Arkadaşlarım, sınav dönemlerinde kart taşımanın şart olduğunu, normal bir günde yalnızca öğrenci numarasının yeterli olacaklarını söyledikleri için rahattım.

Okula girdikten sonra, önümde uzun, ağaçlıklı, rektörlük binasına doğru uzanan bir yol belirdi. Binalar ve kampus etkileyici görünüyordu. Yürürken etrafıma dikkat ettiğimde, Ticaret ya da Bilgi üniversitelerinden farklı olarak, öğrencilerin dış görünüşleriyle ilgili çok daha rahat davrandıklarını fark ettim. Öğrenciler eşofmanlar ve günlük kıyafetlerleydi. Okula girdiğimde, türban üstüne şapka takmış olan birkaç kişi de gözüme ilişti. Okulun otoparkı öğrencilere açık olmakla birlikte, fazla rağbet görmüyordu. Araçların çoğu-bana söylendiğine göre- öğretim görevlilerine aitti.

Hukuk fakültesi binası, genelde olayların başlangıç noktası olarak belirlenmişti. O gün de binanın sol tarafında bir masada oturan üç öğrenci ‘iktidar yanlısı’ olarak gördükleri rektöre ve eğitim hayatlarına ara vermek zorunda kalan arkadaşlarının durumuna tepki gösterebilmek için öğrencileri bilinçlendirme çalışmaları yapıyorlardı. Kendisiyle konuşabilme fırsatı bulduğum, jeoloji mühendisligi bölümünde ögrenci olan Tuncel Akın (21) kendisi ve arkadaşlarının yıllar boyu emek verdikleri ‘Sosyalist Düşünce Klübü’ nün de Avcılar kampusundeki tüm klüpler gibi kapatıldığını ve şu an İÜ’de bir öğrenci klübü kurulmasının neredeyse imkansız olduğundan bahsetti. Öğrenciler bu döneme ‘sıkı yönetim’ ismini takmışlar. Tuncel geçen sene okulun ana giriş kapısının önünde rektörlüğe karşı yapılan bir haftalık eylemden de bahsetti. Öğrencilerin bir hafta çadırlarda kaldığını ve üniversitenin şu an izlediği politikaya karşı sayısız planları olduğuna da değindi.

Okuldaki sosyal, sportif ve teknolojik imkanlar, özel okullardaki kadar konforlu ve lüks olmamakla birlikte yine de yeterli düzeyde. Üniversite, bir halı saha, birden çok basket sahası ve tenis kortuna sahip. Yakın dostum Can Yılmaz (20, hukuk) bu imkanların İstanbul Üniversitesi’nin devletten en çok yardım alan ve en geniş fonlara sahip olan üniversite olmasından kaynaklandığını belirterek, üç çeşit yemek ücretinin 75 kuruş olabilmesinin de aynı sebepten olduğunu savundu. Geçen sene yemek fiyatlarının 50 kuruştan 75 kuruşa çıkması da, öğrenciler arasında bir kaosa sebep olmuş, büyük tepkilerle karşılanmıştı.

Beyazıt kampusu yaklaşık 7000 kişilik bir öğrenci nüfusuna sahip. Bu kalabalıkta dikkatimi çeken; öğrencilerin rahat tavırlarıydı. Kız- erkek ilişkileri, sigara, hatta alkol bile garipsenmiyordu. Yeni rektörün bu konuda daha hassas olduğunu belirten Can Kocadağ (20, siyaset bilimi) geçtiğimiz sene, derslere katılabilmek için başlarını açmak zorunda olan öğrencilerin bu sene rahatlıkla derse girebildiklerini belirtti. Bunun bir sorun olmamasının dini özgürlükler açısından büyük bir adım olduğunu belirten Can K., üniversitedeki türbanın da siyasi bir propaganda olduğunu düşündüğünü belirterek, propaganda özgürlüğünün okuldan atılan arkadaşlarına da verilmesi gerektiğini de ekledi.

Öğrenci sayısı fazlalığından, derslerin amfilerde yapılması ve teknolojik desteğin devlet yardımlarına rağmen minimum seviyede olması da gözlemlerim arasındaydı. Dersler 300-450 kişilik amfilerde verilmekte ve öğrenciler öğretmenleriyle uzun ofis saatleri paylaşamamaktaydı. Ece Saçkeser (19, iletişim) ‘Kamera, stüdyo, uzun slayt şovları bizler için yalnızca hayal ürünü; ancak eğitim kadrosundan son derece memnunum. Öğretim görevlileri bize ders dışı zaman ayıramasalar da, onlarla geçirdiğimiz zaman yine de değerli’ şeklinde konuştu.

İstanbul Üniversitesi’ne genel bakışım ise bu yöndeydi.

İki üniversiteyi karşılaştırmak, sıkça söylendiği gibi elmalar ve armutları karıştırmak gibi amaçsızca bir girişim. Ekonomik yetersizlikler, sosyo-ekonomik koşulların getirdiği farkındalık ve bilinç, siyasi tutum, kampus hayatı ve üniversitelerin imkanları birbirinden çok farklı olmakla birlikte, bana iyi bir ders de verdi. Öğrenci ve okul hayatlarının bu kadar farklı olması ‘adil’ ya da ‘adil olmayan’ tanımlamalarıyla masaya yatırılması gereken bir konu değildir. Her üniversitenin kuruluş amacı, farklı vizyon ve misyonlara sahip oluşu, ülkemizde de farklı vizyonların hayat bulabilmesi ve çoğulculuk anlayışına sahip gerçek bir demokrasi anlayışının inşa edilebilmesi açısından hayati bir önem taşımaktadır. Ne de olsa üniversite, özgür düşünce ve farklı hayat tarzlarının sentezlendiği bir eğitim ve öğretim kurumudur. Vakıf, devlet, varlıklı veya kısıtlı imkanlara sahip üniversiteler, farklı görüş ve hayatların temsilcileridir. Nerede olursa olsun, üniversite öğrencisi olmanın hayat değiştirici bir deneyim olduğu tartışılamaz. Bahçesinde güvercinler ya da bir Starbucks şubesi olsa bile...