17 Ekim 2010 Pazar

Felsefe 101, 05.30- Taksim Meydanı, İstanbul

Blog hazırlamadan önce ne hakkında yazmam gerektiğini uzun uzun düşündüm. Hayatımın en önemli tutkusu neydi? Yazabilmek için ilham almış herkes, bu tutkuyu nerede buluyorlar? Basit bir cevap; insanlar... Hepimiz başka insanlara duyduğumuz sevgi, saygı, aşk, tutku, acıma, nefret, kıskançlık, gıpta ya da bağımlılığı anlatabilmek için yazmıyor muyuz? En azından ben öyle yapıyorum.

Jean Paul Sarté '' Yalnızca insanda varoluş özden gelir. İnsan önce vardır, sonra da şöyle ya da böyle olur. Çünkü özünü kendi yaratır.'' demiştir. Ne kadar da haklıdır... En sevdiğiniz tatil oradaki insanlardan, en sevdiğiniz sanat eseri sanatkarın ustalığından, en sevdiğiniz şarkı müzisyenin dokunuşunundan, coşkuyla desteklediğiniz takım, sporcuların oyuna kendilerini adamış olmasından ''en sevdiğiniz'' olmamış mıdır? Benim içinse en sevdiğim günler, yeni insanlar tanıdıklarım olmuştur. Umarım en sevdiğim yazılarsa en güçlü insan portrelerini çizebildiklerim olurlar.

Che Guevara, Mustafa Kemal Atatürk, Mahatma Gandhi, Abraham Lincoln ya da sevgili babamdan bahsetmek değil amacım yazılarımda. Sizler ya da ben gibi önemleri uluslararası bir alanda tescillenmemiş,- yani henüz- isimleri önemli olmayan; ancak onlarsız bambaşka bir yolda ilerleyeceğinizi düşüdüğünüz insanlar anlatacaklarım. Sokaktaki adamlar. Sokaktan çıkıp, size dokunmayı başarabilen kendi kişisel Gandhileriniz...  

9 Ekim 2010 günü, tüm dünyayla paylaşmak istediğim bir hikaye ekledim 20 yıllık yaşamıma. Bunun için sanırım aksak İstanbul toplu taşıma sistemine ve Korkmaz Bey'e teşekkür etmeliyim.

9 Ekim günü sabaha karşı 5 sularında, Taksim'de bir partiden çıkmış, Üsküdar'daki evime nasıl ulaşacağım konusunda kafa patlatırken, altı derecede donma ihtimalimi hesaplıyordum. Acıkmıştım, yorgundum, hayat boyu olduğu gibi yine çok ama çok üşüyordum. Bir kafeden yiyecek birşeyler alıp Taksim Meydanı'ndaki otobüs durağına oturdum. Şans bu ya, durakta çay satıyorlardı. Şans bu ya, Korkmaz Bey'in aksine, benim o çaya verebilecek kadar param vardı... Bir arkadaşımla yaptığım telefon konuşmasını kabaca ve davetsizce böldü Korkmaz Bey:

- Size tapıyorum genç kız!
-Afederisiniz?
-Bir şey yok, size tapıyorum dedim. Çünkü tapıyorum.
-(Arkadaşıma) Sana biraz sonra geri dönebilir miyim?
Ve görüşmemi sonlandırdım. Nedenini bilmiyorum. Büyük olasılıkla akli dengesini yitirmiş olan bu yaşlı adamın bana tapıyor olması gururumu okşamıştı. Kimin ''sana tapıyorum'' demesi ilginizi çekmez ki? İnsanlar... Egolarımız tarafından ne kadar da ele geçirilmiş durumdayız, değil mi?
-Anlayamadım, beyefendi. Neden tapıyorsunuz bana?

İşte orada... Felsefeye giriş dersim başlamış oldu. Sofie'nin Dünyası bir saçmalık, Aristo'nun düzenleyici mantığı çocukluk, Platon'un devlet ideası koca bir yalan halini aldı. Korkmaz Bey herşeyi çözmüştü, bunun için sokaktaydı belki de...

Korkmaz Bey:

-Konuşmanız çok ilgi çekici, genç kız! Ne kadar da inanmadan öğütler veriyorsunuz arkadaşınıza!
Haklıydı.
-Oyuncu olmalısınız, ya da çok fazla hayat deneyiminiz olmuş.
Tam isabet!
-Ufacık bir pişmanlık duymadan yalan söylüyorsunuz dostunuza.
Ben bile yaptığımı bu kadar doğru ifade edemezdim. Tam kendimi savunmaya başlayacaktım ki; konuşabilmek için ciğerlerime doldurduğum hava boğazımda düğümlendi.
-Lütfen savunmayın kendinizi, size tapıyorum dedim. Tapıyorum da...
Hayranlıktan mı, şaşkınlıktan mı yoksa hiddetten mi bilmiyorum; kalakalmıştım karşısında. Kendisi benle konuşmak istediğini söyledi. Ona da tavsiyeler verebilirmişim, ona da kendini iyi hissettirebilirmişim belki.

Korkmaz Bey ünlü bir karikatüristmiş. 80 ihtilalinden sonra çok popüler olduğu yıllardan, Sokrates'e olan tutkusuna, eşcinsel ilişkilerinden, şu an yaşamakta olduğu gecekonduya kadar saatlerce konuştuk. Korkmaz Bey, uzun saç ve sakala sahip, kesik eldivenli, sigarası ve kitaplarına sarılı, paspal kıyafetler içinde, yalnız, koyu bir komünüst. Neredeyse komik denecek bir stereotip. Tüm bunlara rağmen, bana ne kadar mutlu olduğunu anlatırken sözünü kabaca ve davetsizce kestim. Ödeşme vakti gelmişti.

-Size tapıyorum, Korkmaz Bey. Ne kadar da güzel yalan söylüyorsunuz. En ufak bir pişmanlık bile duymadan hem de!

-Afedersin, genç kız?

- Birşey demedim. Sadece size tapıyorum dedim, tapıyorum çünkü.
Sessizlik...Beni anlamaya çalışıyordu büyük filozof ve sanatkar.

- Yalnızsınız Korkmaz Bey. Çok, çok yalnızsınız.

-Sizle konuştuğum için mi söylüyorsunuz tüm bunları, genç kız? Çünkü-

-Hayır Korkmaz Bey, benle konuşmanız bu yıl başınıza gelen en güzel şey olduğu için söylüorum.

-Sizi temin ederim ki--

-Kendinizi savunmayın Korkmaz Bey! Size tapıyorum dedim ya...

Öyle büyük bir kahkaha attık ki; o saatte dışarıda olan, olmak zorunda kalan ve sokaktan nefret edenlerin hepsi sanki ikimizi kıskanıyordu. Ben çok ama çok üşüdüğümü, Korkmaz Bey ise yalnızlığını unutmuştu çünkü. Üşümek de yalnızlık gibi insan zihninin oyunlarındandır. Üşüdüğünüzü unutursanız üşümeyi, yalnızlığınızı bir kenara koyarsanız, yalnız olduğunuzu unutabilirsiniz. Üşüdüğünüzü unutup, biraz kestirmek isterseniz ya da yalnızlığınızı Korkmaz Bey gibi paketlerce sigarada kaybetmek isterseniz ölebilirsiniz. İnsan zihni çok ölümcül de olabiliyor. Korkmaz Bey de bana tam bunu anlatıyordu, zihnimizin korkunçluğundan, onu çok fazla kullananların öldüğünden veya öldürüldüğünden bahsediyordu. Haklıydı. Yine, tam isabet...

Aramızdaki fark, benim üşümemin on beş dakika sonra kesilecek olmasına karşın, onun yalnızlığının benim ısınmamla yeniden başlayacağıydı. Bu bizi belki de düşman yapmalıydı; yapmadı. O an, belki beni en saf halimle görebilen tek kişi, bu 55 yaşındaki, yalnız, sarhoş, evsiz, eşcinsel sanatkardı. Bir insanı bu şekilde görebilmek bile onu düşmanınız yapabilir yine de...

Korkmaz Bey'i 15 dakika sonra o durakta bıraktım. Şu an ne yapıyor bilmiyorum. Kitapları ve sigarasıyla yalnızlığından kaçıyor olmalı. Bense onu hatırlamaya çalışarak üşümeye çalışıyorum aslında. Ne de olsa, bazen üşümek zihnimizi açık tutabilmek için hayati bir önem taşır. Onu tekrar görebilir miyim bilmiyorum. O gece konuştuğumuz ve eski bir arkadaşımın bana yakın zamanda hatırlattığı gibi, matematik bizlere ''aynı düzlemde iki doğrunun asla birden fazla kez kesişemeyeceğini söyler.'' Bu beni sevindirip, umutlandırıyor aslında; özellikle ikimiz de hayatımıza aynı düzlemde büyük zigzaglar çizerek devam ederken...

Pınar Palabıyık.

1 yorum: