25 Ekim 2010 Pazartesi

Talihsiz Serüvenler Dizisi

Antoine de Saint Exupéry Küçük Prens’te şöyle yazmıştı: ‘Büyüklerin hiçbir şeyi kendi başlarına anlayamamaları ve çocukların her şeyi onlara sürekli olarak açıklamak zorunda kalmaları çok yorucu olabiliyor...’ Bu sözün doğruluğu yetişkinliğe adım attığım şu günlerde git gide daha da belirginleşiyor.
 Bilgi Üniversitesi’nde eğitimime başladığım günden beri ‘kim olduğumuz’, ‘ne yaptığımız’, ‘nereye ait olduğumuz’, ‘farklı kimliklerimiz’ ve bu kimliklerin bizlere yüklediği dış görünüş ve sorumluluklardan bahsediyoruz. Yirmi yıldır sıkça sorguladığımı düşündüğüm bu konular, geçtiğimiz üç hafta içerisinde farklı boyutlara taşınmaya başladı. Bugün insan portreleri çizmeye çalışan ben, en temel sanata geri dönmeye çalışarak, Da Vinci mantığıyla aynalara çevirmek istiyorum kalemimi.

‘Sen kimsin?’ sorusunun felsefe tarihi içerisinde cevaplanması en karmaşık sorulardan biri olmasının nedenini, yaklaşık on beş yıl önce okul öncesi eğitimime başladığımda anlamıştım. Anaokulu öğretmenimle derin bir tartışma içerisinde buluvermiştim kendimi. Bana ‘Merhaba, sen Pınar olmalısın’ diyerek de neyi kastediyordu? Özellikle ben, Örümcek Adam olduğumdan bu kadar da eminken. Beş buçuk yaş, kim olduğunuzu sorgulamak için oldukça erken bir yaş. Yetişkinlerin ne yapmaya çalıştıklarını sorgulamak ise tamamen kabul edilemez bir durum. Bunu öğrenmem ise Örümcek Adam olmadığım gerçeğinin getirdiği travmadan yaklaşık bir buçuk sene sonra, ilkokul birinci sınıfın ilk haftalarında gerçekleşti. Ata bakan Ali’nin, ılık sütünü içen Işıl’ın, topu asla ama asla almayan Ömer’in hepimizi rahatsız eden tekerrüründen sıkılarak öğretmenime okuma fişlerini kendi adlarımıza göre yeniden düzenleyip düzenleyemeyeceğimizi sorduğumda ‘anarşist birinci sınıf öğrencisi’ haline gelmiştim. Dünyanın zalimliği çok ama çok erken kapımı çalmıştı. Orta okulda yazdığım bir Pamuk Prenses parodisi yüzünden  disiplin suçlamasını da aldıktan sonra anlamıştım. Örümcek Adam, ata bakan Ali ya da hikaye anlatıcısı olmak kabul edilemez, affedilmez suçlardı.

Sanatsal bir kişi olduğuma olan inancımı henüz kaybetmeyen ben, hikaye sayfalarından, okulun sahnesine tırmanmayı denedim. Sahne üzerinde her şey olmak mümkündü. Daha da iyisi, kim olursanız olun kimse sizi bunun aksine inandırmaya çalışmıyordu. Yargılanmak, etiketlerle dolaşmak zorunda kalmıyordunuz. Evet, tamam yazılmış bir metin vardı elinizde belki ama, siz olmadan yazılanlar yalnızca sesi, yüzü ve bir duruşu olmayan siluetlerdi. Tüm bu sebepler, bana tiyatro sanatçısı olmak gibi harika bir fikir vermişti. Tüm hayatım boyunca sürdürebileceğim bir cadılar bayramı balosu, kesinlikle profesyonel yaşamım için en doğru karardı. İşte o an tekrar yetişkin saldırısına uğradım. Etrafımdaki yetişkinlerin tümüne yakını böyle bir meslek olmadığını iddia ediyordu. Tiyatro onlara göre farklı bir kategoride yer almaktaydı. Buna taktıkları isimse ‘hobi’ydi. ‘Pınarcığım, tiyatroyu her zaman yapabilirsin. Bir meslek sahibi olduktan sonra, mesela. Ya da üniversite yaşamın boyunca.’ Sıkça duyduğum yetişkin açıklamalarının başında geliyordu bu. Kafam karışmıştı, konservatuarlar bir ‘hobi’ yi icra edebilmek için bireyler yetiştiriyorlardı demek ki. Hayat bazen çok karmaşık bir hale gelebiliyor, evet.

Tiyatro sanatçılığı kapım da kapandıktan sonra, yeni bir amaç edindim kendime; gezgin olmak. Dünyanın her yerini görebilmekti en çok istediğim şey. İnsanların yaşamak için bir şeye tutkuyla bağlı olmaları gerek. En azından benim gözümde yaşayabilmeleri için. İlhan Selçuk şöyle yazmıştı ‘Yaşayan ölülerden değil, öldükten sonra da yaşayanlardan olmaktır marifet!’ Ne bilgece bir söz! Öldükten sonra da yaşayabilmek olmalı amaçlarımız...Ben de fikir ufkumu biraz daha genişletip, amacıma bir adım daha yaklaşabilmek için lise üçüncü sınıfta Amerika’ya yerleştim. Uluslararası Bakalorya eğitimi veren bir okula kabul edilerek bir süreliğine o güne kadar olduğum insandan uzaklara adımımı attım.

Uluslararası bir okulda öğrenci olmak ve yurt dışında eğitim almakla ilgili söylenen kalıplaşmış saçmalıklardan haberiniz var mı bilmiyorum. ‘Uluslararası anlayış’, ‘Sizin dışınızda bambaşka bir dünyanın olduğunu fark etmeniz’, ‘yeni bir vizyon sahibi olmanız’ ve buna benzer, yurt dışı eğitim acente kataloglarını süsleyen sayısız sloganlardan bahsediyorum. İşte o saçmalıkların tamamen doğru olduğunu, hatta ve hatta edindiğiniz deneyimin yetişkinlerin klişeleştirdiği o boş sloganlardan çok daha öte olduğunu, kendi eviniz, aileniz, diliniz, kültürünüz, esprileriniz, üzüntüleriniz dışına çıktığınızda anlıyorsunuz. Kendi kültür devriminizi yaşayıp, neler olduğunu tüm dünyayla paylaşmak istediğinizde.

İşte bu şekilde gazeteci olmaya karar verdim. Kendi dünyamın dışına çıkıp, ne kadar önemsiz olduğumu, hayalleri ve ideallerinden ödün veren yetişkinlerin kayıplarını, yanlışları ve doğruları anlatmanın ne pahasına olursa olsun yapılması gerektiğini anladığımda...
Asla büyümemek de kararımdı, olgunlaşmamak değil bundan kastım. Büyümek ve tüm yetişkinlerin bayıldığı ‘mantık çerçevesi’ ne konmak. Dünyanın tüm güzelliği renklerdeyken her resmin siyah- beyaz sergilendiği o mantık çerçevesi.

Exupéry haklıydı. Yetişkinlere her şeyi açıklamak zorunda kalmak bizler için çok ama çok yorucu olabiliyor bazen. Çoğunlukla da asla dinlemediklerinden. Önce onlar için üzülür devamlı bir uykuda olduklarını düşünürdüm, bunu düzeltebilirdik. Ancak, Gandhi’nin de dediği gibi ‘Yalnızca uykuda olan bir insanı uyandırabilirsiniz, ama bir kişi uyumuyor da uyuyor taklidi yapıyorsa, tüm çabalarınız nafiledir.’

Yazmak, anlatmak yine de yetişkinlere ulaşabilmenin vazgeçilmez yoludur, unutmayın! Bu yüzden ‘Gerçek önemlidir, onu söyleyin!’

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder