Jenerasyonumuz için yalnızca içi doldurulmaya çalışılan birkaç sözcük kalıbından ibaret ünlü 28 Şubat modeli, darbesi, süreci… Nasıl tanımlıyorsanız öyle olsun. Gündemin “sıcak” konusu, tartışma programlarının değişmez hususu 28 Şubat Süreci’nin tam olarak ne olduğunu acaba biliyor muyuz? Günümüz gençlerinin “tam olarak” tanımını bir yana bırakalım haydi; sürecin en caf caflı, en tartışmalı kısmını an an, gün gün yaşayan asker, sivil toplum örgütü üyeleri, siyasiler, medya mensupları ve günümüz medyasına göre “askerin yaktığı ateşi körükleyen siviller” hatırlıyorlar mı 15. yılında bu serüvenler dizisini? Jenerasyonumuza daha yakın olan Lemony Snicket diliyle etiketleyip Talihsiz Serüvenler Dizisi demek mümkün mü bu hadiselere, ya da bazı çevrelerin diliyle on asırlık bir fenomen mi yansımaları dahi gündemi zeminden sarsan bu süreç?
Post-modern darbe… Birçoğumuz anlamlandırmaya çalıştığımız süreci bu lakapla tanıdık. Ne kast edilmişti bu kalıpla? 28 Şubat neydi, kimler tarafından tetiklendi? Bir başka formda zafer yolculuğu kimlerin eseriydi? Ürünü, sonucu, yıkımı, ödülü neydi? Geçtiğimiz hafta Mehmet Ali Birand’ın 32. Gün Programı’na konuk olan emekli Koramiral Atilla Kıyat 28 Şubat konusunda, “kimsenin yatacak yeri yok” açıklamasını yaparken; “Erbakan Hoca” sının ardından üzüntüyle boğazı düğümlenen, gözyaşlarına hâkim olamayan eski Adalet Bakanı Şevket Kazan ise “ABD menfaatine çalışmayan Hoca’mız Türkiye’deki ABD uzantılarının hedefi oldu” şeklinde konuşmuştu.
Kimileri için bilgilenme, kimileri içinse hafıza tazeleme amacıyla geri dönüp bir bakalım. 28 Şubat gazeteci-yazar Taha Akyol için, “Devlet gücüyle toplumun belli bir düşünceye göre şekillendirilmesi, tek tipleştirilmesi, Fransız İhtilali’nden gelen bir model” olarak tanımlanıyor. Sonuçları günümüze dek uzanan süreçteki hadiseler kısaca şu şekilde seyrediyor. Başrollerde kahraman, anti-kahraman, dönemin genel düşüncesine göre ise kötü adam Necmettin Erbakan ve siyasetin “wannabe İron Lady” si Tansu Çiller var. İkilinin el sıkışması üzerine üretilen korku hikâyeleri ise yıllar sonra epik bir Hollywood filminde Oscar almaya çok ama çok uzak bir vakalar dizisi. 95 genel seçimlerinde koalisyon hükümeti kurmak zorunda yalan Refah ve Doğru Yol Partileri’nin uzun bir bekleyiş sonucunda 54. Başbakan olarak Necmettin Erbakan’ı seçmeleriyle ilk domino taşı devriliyor, kahramanlarımız her güne yeni bir skandalla imza atıyorlardı. Geçtiğimiz günlerde CNN Türk’ün Medya Mahallesi programına konuk olan gazeteci-yazar Ruşen Çakır dönemde yaşananlara ilişkin, “28 Şubat kolektif bir olaydır. İşin sivil ayağı askerden çok daha fazladır” açıklamasını yapıyordu. Sivil rolünün siyasi ve askeri topluluklardan çok daha büyük olduğu iddia edilen 28 Şubat sürecini merakla sorguluyor; masanın diğer ucundaki kumandaya uzanamayan halkımızın nasıl bu denli çarpıcı kırılma noktalarına önayak olabildiğini merak ediyorduk. Korkuydu biz miskinleri bir araya getiren ve bu korkunun bir adı vardı. Hepimiz “irtica” denen o gölgeden korkuyorduk. Bahsi geçen korku senaryolarıyla ilgili her gün haberler yapılıyor, manşetler atılıyordu. İş dünyası, sendikalar, muhalefet ve daha pek çok kesim bu kelimeyle korkuyor, birleşiyordu. Nasıl ki kontrolsüz güç, güç değil ise kontrol dışı, git gide güçlenen korku da zaman zaman havası sönen bir balon gibi kaotik manevralarla savruluyor ve duvarlara çarpıyordu. Sürecin en önemli aygıtlarından biri olan medyanın da İmam Hatipliler ve ortaöğretim süreciyle ilgili sürekli olarak yaptığı “yeşil sermaye nereye gidiyor”, “bugün bu kadar, yarın on misli mezun” şeklindeki haberler de yaratılan ortamın tuzu biberi oluyordu. İplerin koptuğu fişlemeler ve görevden uzaklaştırmalar, üniversiteye girişte katsayı engeli ve nam-ı diyar “balans ayarı” Sincan tankları geçişi ile climax i vuran vakalar 28 Şubat 1997’de yaşanan çözülmeyle son buluyordu. Tarihin en uzun Milli Güvenlik Konseyi Toplantısı ile Başbakan Necmettin Erbakan’a yapılan baskıların artması, dönemde MGK’da “bin yıl sürecek” denen süreçte en önemli sahneyi çekiyor, en vurucu repliği okuyordu. Radikal Ankara Haber Müdürü Ömer Şahin, “Refah-Yol Hükumeti 28 Şubatta yeterli dik duruş sergileyemedi” şeklindeki açıklaması ile dönemin hükümetini hangi alanda eleştiriyordu?
28 Şubatçılara göre irtica Türkiye’yi teslim almak üzereydi. Bunu belki iftar yemekleri, belki Erbakan’ın İslam dünyasına ve Batı’ya yönelik tavır ve tutumu belirliyordu. Mehmet Ali Birand ve Reyhan Yıldız’ın CNN Türk’te gösterilen ve kitap olarak da yayınlanan Son Darbe: 28 Şubat adlı belgesel çalışmasında net olarak anlatılıyor: Brifingleri dinleyenler “durum gerçekten vahimdir” duygusuna kapılıyor, askerler “gerekirse silah kullanacağız” diyordu. Psikolojik harekât teknikleriyle verilen brifingler müthiş bir “irtica korkusu” yaratmıştı. Günümüzde ise bizler kendimizi, “Niçin silah kullanılacaktı ki?” sorusunu sormaktan alıkoyamıyoruz. İki askeri darbe atlatmış Türk vatandaşları da korkuyordu elbet. “Refah olmasın da…” mottosu ne olmuştu da bugün, “Asker de boyunu aşıyor canım” a dönüşmüştü? Kıyat canavarlaştırılan ordu için, “ TSK asla hükümeti devirmek, ülke idaresini ele geçirmek istemedi. Darbe amacı yoktu. TSK 28 Şubat’a itildi” şeklinde konuşurken Kazan, “ Her şey ABD’nin başının altından çıktı, Hoca masumdu” kontratağıyla cevap veriyordu. Hırsızın hiç mi suçu yok mantığı ile parmaklar Erbakan- Çiller koalisyonuna döndüğünde ise Hüsamettin Cindoruk araya girerek, “TSK millidir, dış etkenlerle müdahale etmez. Siyasetçilerin kördüğüm ettiği bir toplumda asker devreye girmek mecburiyetinde bırakılmıştır” ı yapıştırıveriyordu. Bugün bizler bilgisayar başlarına, TV ekranlarının karşılarına geçerek tekrar tekrar sorguluyoruz olayları. Erbakan işler bu hale gelmeden niçin durduramadı bu kaosu? Onun çizgisi “hayal dünyası” olarak görülüp, partisi siyaset sahnesinden silinirken; bünyesinden çıkan bir alt grup nasıl oluyordu da üç dönemdir tek başına iktidara gelerek hem Doğu, hem de Batı dünyasında alkışlanmayı becerebiliyordu? Bu sorularımıza titrek sesi ve sinirli tonuyla yine Şevket Kazan yetişiyor, “ Erbakan Hoca bir liderdir. Batı’nın hegemonyasında değil!”
Peki ya TSK değişimin damarını tutabilmiş miydi? Onlar nasıl bir rol oynadılar bu dönemde soruma sevgili aile dostumuz Emekli Albay Abdullah Ulusoy şu şekilde yaklaşıyor, “Altı askeri, beş sivil Cumhurbaşkanı olan bir ülke burası sevgili kızım. Darbeler sonrası yıllarca askerin idare ettiği bir ülke. Askere olan müthiş bir güven, herkes çözümü TSK’dan bekliyor. Muhalefet partileri daha çok çalışmalıydı, çuvallarca mektup gelirmiş Genel Kurmay’a “Haydi ne duruyorsunuz” diye. Tanklar yürütüp fazla mı abarttık ne?” Sevgili Ulusoy kızgınlıkla “Darbeden en çok etkilenen TSK’dır, irtica oldukça ciddi bir tehditti” lafını da eklemeyi ihmal etmiyor. “Kimse bizim karşımıza dikilmedi ki!” Ulusoy’un aksine Yalova eski Baro Başkanı dayım Ali Güler ise tüm bu hengâmeyi oldukça gereksiz bularak. “28 Şubat Süreci değil, hikâyesi olarak ele alınmalı artık. 28 Şubat’ın nesi kaldı? O hareket ordunun siyasi hayattaki baskınlığının en saf formuydu. 2007’den, özellikle de referandumdan sonra bunun bir tekrarı pek de mümkün gözükmüyor. Türkiye’nin kaderini etkileyenler elbette hesap vermeli ancak; intikam yemeğine de dönüştürülmemeli olay. Siz bize yaptınız 15 yıl önce, şimdi sıra bizde şeklinde olmamalı” şeklindeTürkiye’nin geleceğine odaklanması gerektiğini belirterek barış çağrısı yapmayı da ihmal etmiyor, “Siyasiler de darbe anayasası söylemini kesmeliler artık, zaten o anayasanın dörtte üçü değişti!” Tüm sürece kendi deneyimleri üzerinden değinen Uludağ Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümü Öğretim Üyesi Mehmet Taşdemir ise yüzünü buruşturuyor 28 Şubat dememle birlikte, rahatsız, sıkkın bir tonla giriyor konuya, “ Tabii iyi hatırlıyorum. Zor, korkutucu bir dönemdi herkes için. Özellikle medya ve haberlerin sunuş biçimi… Flaş, flaş, flaş! Tanklar, askerler, saatler süren MGK toplantıları, yine mi darbe olacak korkusu. Bana kalırsa medyanın rolü büyük. Korkuyu dehşete dönüştüren onlar” şeklinde konuşurken ekliyor, “ Askerden polisten korkan bir millet olarak günlük hayatın doğal akışının olağanüstü hal gibi olaylarla kesileceği düşüncesi en kötüsü. Toplumun genelinde de bu korku mevcut. Sistemin kendi kendini bir noktaya taşımasını beklemek daha gerçekçi, 28 Şubat’ı planlayanlar bugünleri görebilmiş olsalardı bu kadar müdahale etmezlerdi” diyerek noktalıyor sözlerini.
Son olarak değinilmesi gereken biz gençlerin bir türlü anlayamadığı nokta; 15 yıl boyunca gündem ilgisi bulamayan 28 Şubat sürecinin niçin bu yıl “gündemin tek konusu” haline geldiği sorusuydu. Burada yardımıma koşan ise TRT 1’de yayımlanan Enine Boyuna programının konuğu Siyaset Araştırmaları Direktörü Hatem Ete oldu. “Hiç kuşkusuz yeni Türkiye inşasının geçmişle yüzleşmeden geçtiğine dair siyasal bilincin gelişmesi etkili oldu. Toplumsal barışın, siyaset üzerinde vesayet kurmuş aktörlerin yasadışı faaliyetlerini açığa çıkarmaktan, öteden beri siyaset-üstü bir mevziye yerleşmiş aktörleri yasal kovuşturmaya tabi kılmaktan geçtiğine dair farkındalık etkili oldu.” açıklamasıyla tereddüt dahi etmeyen Ete de orduyu suçluyor, sürecin bitişi ve daha demokratik ve modaya uygun olan “Yeni Türkiye” kalıbını kullanmayı ihmal etmiyordu. Süreci anlama ve olayları derinlemesine idrak edebilme çabasında olan bizler soruyoruz; madalyon tam tersi durmuyor mu bugün? Büyük resmi değil, resmin çerçevesini bile görebilmenin imkânı yok. “Hesap verin!”, “Önünüze bakın!”, “ Amerika komploları bunlar!” , “Asker de askerliğini bilmeli!” derken atı alan Üsküdar’ı geçecek mi yine bilinmez. Tek bildiğimiz Chomsky’nin rıza üretimi, Rousseau’nun da mutlak güç konusunda yeniden haklı çıktığı. İntikam, açıklama, cevaplar ya da demokrasi istiyoruz diyen halkımız acaba gün gelince, “ Gölge etme başka ihsan istemem!” de diyebilecek mi?